11 Mayıs 2010

KİMSE BİLMEZ CANINI SEVDİĞİM




Kimse bilmez ömür boyu dert oldum
Kendimi aramaktan yoruldum
Düşüp yollara bir derman buldum
Seni gördüm göreli sana tutuldum...
Kimse bilmez bir ömür sürüklendim
Her sabah yeniden ümitlendim
Bakıp aynaya ne sözler verdim
Seni gördüm göreli aşka dilendim...

Boyuna posuna havasına yandıgım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattıgım
Gönlünü gözünü sözünü,
Canını sevdiğim...

Kimse bilmez bir ömür gelip geçti
Bu tarlada ne ekinler yetişti.
Dön bir bak bana, gözlerim gülüyor
Seni gördüm göreli mevsim değişti
Seni gördüm göreli dünya değişti...

Boyuna posuna havasına yandıgım
Bilmeden yoluna, yanına, kapısına düştüğüm
Eline, dizine, yatağına yattıgım
Gönlünü, gözünü, sözünü,
Canını sevdiğim...



Söz:Özlem Tekin-Cem Öcal

10 Mayıs 2010

KARAR

Üst düzey bir toplantının, sınıra dayanmış bir öğle yemeği açlığında, gözler saatlerde, saatler yelkovanla akrebin tatil rehavetine kapılmış yavaşlığında, evet, geçmiyor zaman ya da yetmiyor zaman hallerinin sıkışıp kalmış garipliğinde; elimde bir not defteri, diğerinde bir kalem, bembeyaz bir sayfaya alınacak ne çok notum var da kelimelerim nerde diye düşünürken... Bir yapılacaklar listesi hazırlasam diyorum, 40'a 2 kalada; kalemin kağıtla buluştuğu o anda elim titriyor:

MAYA yazıyorum, hemen yanına KARDELEN...

Elim durmuyor, yüreğimin çığlığı susmuyor... To do list, to do list olmaktan çıkıyor.




Oysa ben seni yoldan geçerken bile sevdim. Dokunmamıştım üstelik henüz sana. Ne adını biliyordum ne de nasıl bir kokun olduğunu.... Sen hiç bilmedin: Sen başka kucaklarda, sırtlarda, omuzlarda hayata şaşarken, ben sensiz kalışıma şaşıyordum. Hiç mi hak etmedim seni diye öyle çok düşündümki... Ama sen bir hak değildin, bir karardın nihayetinde: Doğru adamla kadının bir araya geldiğinde hayat adına aldığı en önemli karardın sen: Hiç cesaret edemediğim. Yalnız kalırsın diye korktum en çok, yetemem sana diye...

Seninle oynayamadığım oyunları oynadım çocukların bahçelerinde... Binlik puzzle yaptım dilini zar zor konuştuğum bir tanesiyle. Kovboy oldum bir diğeri ile. Saklambaçtı en sevdiğim oyun, gözyaşlarım gözükmesin oyunlar oynarken diye... Fal baktım plastik fincanlarda, öyle küçüklerdi ki, senin ellerini düşledim bir kız çocuğunun "alır mısınız" diyen kahve kokusu bedeninde...

Geceleri ağlayarak bölmedin uykularımı belki ama çok uykum bölündü benim sensiz oluşuma. Benim olman şart değildi ki; benim olmadığın zamanlarda oldu elbet hayatımda. Öyle çok sevdimki seni o zaman bile; bendensin gibi, bensin gibi, cansın gibi sevdim seni en çok.

Bir erkek çocuğu oldun bir seferinde, at koşturdum seninle salonun ortasında ve sonrasında bir kız çocuğu; salatama roka kopartan... Bir "dedişşşşşşşş" diye sesdin günün ortasında. Saçımı saydın tel tel renkleri öğrenirken. Kırmızıydım ben ve sen kıvırcık saçlarına isyan ettin; benimkiler düz, seninkilere benzemiyor diye...

Sen hiç benim olmadın belki ama kokladığım her bebekte, oyunlar oynadığım her çocukta, derdini dert edindiğim her ergende benimdin sen, benimleydin, bendendin o anlarda...
Şimdi tamamlanacak bir "to do list"im var elimde, tek madde halinde...

________________________________________________________________


Yukarıda okuduğunuz yazıyı, 2009'un 8. ayında kaleme almışım. O günü hatırlıyorum. Tetikleyeni de... Bugün ne mi tetikledi bu yazıyı yeniden yayına vermeye: Annemin gözyaşları... Dün anneler günüydü. Annemin; en üzüldüğüm şey ne biliyor musun, diyerek lafa başlayıp, tamamını getiremeden gözyaşlarına boğulması ilk defa denk geldiğimiz bir an değildi, ama dün, kimin anneler gününü kutlamak için aradıysam cümleler daha önceden planlanmış gibi, benim anne olmam üzerineydi... "Sen tanıdığım kadınlar içinde, anne olması gerekensin, o kadar yakışır ki anne olmak"  minvalinde kaç cümle duydum ve kaçında gözümden yaş geldi, bilmiyorum... Akşama doğru bir çocuktan gelen mesaj, katmerledi ruhumun derinliklerindeki soruyu; "Sen anne olsan, çocuğun çok şanslı olurdu, aklıma geldi öle bi..."

Evren bana birşey demek istiyor... Ya da benim evrenden duymaya ihtiyacım olanı bana sunuyor farklı farklı elçilerle... Bilirsiniz değil mi, Allah beni kurtaracak deyip de gelen yardımları geri çeviren rahibin hikayesini...

Dün uykuya yatmadan önce aklıma gelen ise, sevgili tontininin, anneanne olarak bize aktardığı anekdot oldu. Düşündüm ki, anne olmazsam, anneane veya babaanne olamayacaktım. Oysa...

Sabah sabah kendimi hüzün denizlerinde kulaç atmaya teşvik etmeden, diyorum ki, sanırım kararımı bir kez daha gözden geçirmeliyim. Vakit varken...












08 Mayıs 2010

O KURNADAN BU KURNAYA ÇİRKEF SIÇRAMIŞ

Ne zamandır gezmeye niyetliydim, şu gün bu gün derken, bu sabah ilk iş Eski Hamam Eski Tas sergisini görmeye, Tofaş Bursa Anadolu Arabaları Müzesi bünyesinde restore edilen Umurbey Hamamı'nda kurulan TOFAŞ sanat galerisine gittik. Umurbey Hamamı dile kolay 600 yıllık bir hamam... İnanılmaz bir yapı...

İnanılmaz bir sergi... Hele de bu serginin, mimar kimliğinin yanı sıra tutkulu bir koleksiyoner olan ve hem müze hem de hamamın restorasyonunu yapmış olan mimar Naim Arnas'ın koleksiyonu olduğunu öğrenince daha da çok etkileniyor insan sergiden.

KISA BİR BİLGİ:

Eski ipek fabrikasının ana binası olan müzede 2600 yıl önceye ait bir tekerlekten yola çıkarak, TOFAŞ tarafından üretilen motorlu araçlara kadar bir zaman tüneline girilmektedir. Müzeye girdiğiniz gibi sizi 2600 yıl önceye ait Üçpınar Tümülüsü ve kazı çalışmalarını gösteren duratranslar karşılıyor. Orjinali Balıkesir’de olan bu tümülüsün içerisindeki araba parçaları buluntuları ve tekerlek parçaları bu müzenin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. Devamı için...




Müzeyi gezerken iki şeye çok üzüldüm... İlginin ve bilginin azlığı. Ne yazık ki, müze ile ilgili bilgileri kapsayan bir broşür olmadığından şu soruma cevap bulamadım. Kozaklık nedir? İnternet sağolsun. Cevabım var artık. 

'Kozaklık da ne?' diye sorarsanız şöyle anlatayım. 10 - 15 yıl öncesine kadar ülkemizde güçlü bir ipek sanayii vardı. Çanakkale'den Bilecik'e kadar olan yörede yetiştirilen ipekböcekleri, koza yapmadan önce dut yaprakları ile beslenirdi. Üreticiden satın alınan ipek kozalarının fabrikada işlenene kadar saklanıp korunduğu özel depolara da 'Kozaklık' denirdi




Güzel bir flora içinde asırlık ağaçlarla çevrili, büyük ahşap bir kapıdan içeri giriyorsunuz. İşte o kapıdan girer girmez kozaklık karşıladı bizi. Az ilerde, gül bahçesi ile çevrili, işletme sıkıntısı çektiği her halinden belli, şık kafeterya üzerine düşler kurup, çalan klasik müziğe eşlik eden kuşların cıvıltısında, keyif büyüttük bir süre, yanında bir bardak çayla.


Ticari amacınız yoksa, fotoğraf çekmenin serbest olduğu müzede 100den fazla görüntü çektim ve bunun büyük bir kısmı, fuaye olarak değerlendirilen, Fransız Kozaklık bölümünde, yolunu şaşıran kaplumbağa oldu. Duvar boyunca dört dönen kaplumbağa sabah sporunu yapıyor gibi geldi bize.

Müzede gezerken, herbiri bir tablo niteliğindeki at arabaları süslemeleri en çok ilgimi çekenler listemin birinci sırasını, hemen sonrasında tekerleklerin sunumu ve uçan payton (ya da fayton - çünkü müzede bir yerde payton yazıyordu başka bir yerde fayton ve bu ikisi arasında nasıl bir fark olduğuna dair bir bilgi yoktu. Hatta şöyle bir anekdot aktarabilirim hemen: "Aaa bunca zamandır yanlış biliyormuşum bak, payton değil faytonmuş, ve bir 5 dakika sonra; neyse payton diye de bir şey varmış." Bu diyalog güne damgasını vurdu. Bilginin bu tür müzelerde nasılda olmazsa olmaz olduğunun altını çizmek adına.)











Araba müzesinden çıkıp, hamama doğru ilerlerken, orta bahçede sergilenen mermer çeşme başları selamladı bizi, kütük ve taşlarla örülmüş yol, bir düş bahçesinde ilerlerken beni düş diyarlara taşıdı ister istemez.



Hamama yaklaştıkça bir ses duyduk derinden gelen, sanki çocuklar sarmış hamamı... Sonrasında bir filmin hamam sahneleri olduğunu anladığımız bu sese yöneldiğimizde Adile Naşit karşıladı bizi:  Ben senle büyüyen bir kuşağın kuzusuyum Adile Teyze, iyi ki tanıdım seni.





Kurnalar, taslar, nalınlar, takunyalar, kirdenlikler, taraklar, altın işlemeli havlular, çeşme başları ve unutulmuş kültürler... Dedim ya, düş diyarlara taşıdı bizi yollar...

Yandaki görsele bir dikkatlice bakın, düşündünüz mü neden yeni bir hayat yeni bir nefes...

Çünkü şu anda, kırklanma hamamındayız...

Kırklanma hamamı bir kavramla ilişkilendirilmiş: ARINMA... Fahişelerin, pişman olup günahlarından arnmak için gittikleri hamammış.  Bu ritüelle tüm ruhun temizlendiğine inanılırmış. Kırklanmak isteyen kadın, üç kez abdest aldıktan sonra natırın altın yüzüğü veya küpesini suya atarak kırka kadar saydığı sudan dökülürmüş. Kırklanan kadına, natırın iyi dilekleri ve duaları iletilir, ve temizliği tamamlanarak hamamdan çıkılırmış.


Loğusa hamamı, bugün bildiğimiz 40 uçurmaymış aslında. Doğan bebek ve annesi ilk defa 40 gün sonra bu ritüel için evden çıkar, hamama gelir ve onu doğuran ebe tarafından yıkanırmış. Ebe, annenin belini kalınca bir kuşakla sarar, elini 40 defa içine batırarak kırkladığı bir tas suyu loğusanın başından dökermiş. Bir çeyrek altını, akan suya çarpan ebe, -sanırım bolluk ve bereketin onlarla olması için- dualarını okur ve töreni sonlandırırmış.

Hamamlar sadece bir arınma, temizlenme alanları değil,  kadınların sosyal ortamlarıymış o dönemlerde anladığım kadarıyla; doğum, askere gönderme, evlenme gibi sosyal olayların paylaşım alanı hep hamamlar olmuş kadınlar için. Hatta, bilirsiniz, eskinden kızlar hamamlarda beğenilirmiş... Tüm çıplaklıklarıyla görülebildikleri için herhalde... İlgimi çeken olaylardan başka bir tanesi de hamamlardaki yeme - içme ritüelleri. Mesela, asker hamamında, asker annesi bütün komşularını çağırır, eğlence düzenler ve bütün masrafı da kendisi karşılarmış. Amaç, oğul askere su gibi gidip, su gibi gelsin...

Peki onbeş hamamını duymuş muydunuz? Gelinler gerdek gecesinden sonraki 15. günde, tüm yakınlarıyla gelip, tecrübesini paylaşıyordu herhalde, tabi ki arınarak. 

Evliya kurnası, kadın hamamlarına ait bir bölüm, tahmin edeceğiniz üzere; dilek tutmak için. Ama bence ilginç olanı, dilek tutarken dua etmenin yanı sıra, yoksul birinin yıkanma masrafını üstlenerek, yıkandığı hamama; sabun, takunya ve süpürge gibi hediyeler bırakması. Eskiden hem daha temiz hem de daha duyarlıydık galiba...



Hamamı gezerken ve o kültürle yoğrulurken, üzerimize sinen; hamamın kendine has kokusu ve zarafet duygusu oldu. Mesela, öyle zarif buhurdanlıklar vardı ki, kendimi o zaman dilimine ışınladım ve o hamamda bir kadın oluverdim, ritüellerin tam ortasında, arındım ve dualarla uğurlandım. Gümüşle kaplanmış topuk taşlarıyla ovdum ayaklarımı ve kemik ya da gümüşten yapılmış taraklarla taradım saçlarımı...









07 Mayıs 2010

TAS TAMAM



Hangimizdik tam söylesene
Hangimizdik sevdadan susan

Ben seni küsurlarında sevdim
Kusurlarınla da severdim

Söylesene
Neydi tas neydi tamam


__________________________________

06 Mayıs 2010

TETİK/LENME


Bu geceyi bana tarif et dese biri az önce okuduğunuz cümleyi kurabilmek isterdim. Cümle bana ait değil ama kulaklarım o sesi duydu. Gözlerim gerçeğin karanlık yüzünü gördü. Yazarla aynı hassasiyet üzerinden olup olmadığını bilmediğim bir bağ kuruverdim cümle bittiğinde. 

Bir göl üzerinde, uzun zamandır kıpırtısız bir havada öylece durmakta olan sandaldayım. Karşı kıyı uzak, yola çıktığım kıyı da. Tam ortasındayım desem, geçeli çok oldu, sonuna yaklaştım desem, sanki daha başındayım. Bana ruh halimi sormuştun ya, kurabilsem az önce yukarıda okuduğun cümleyi kurardım sana.  Gerçek ne diye sorma bana, yalan ne diye sorarsan aslında ona da bir cevap bulamam hali hazırda. Sen sadece ruh halimi sor bana.

Okuduğu tek bir cümleden yola çıkıp da dilin ucuna gelen onca kelimeye hızı yetişse, taramalı bir tüfeğin, bilinçsiz bir elde, oradan oraya hem savrulup hem de savurarak ateş etmesi gibi sıralı ve hızlı bir yağmuru yağdırabilirdi aslında. Ama o durdu, sesi dinledi. Gecenin tenhalığında az önce banda aldığı kırılan kalp sesini dinletmeye karar verdi ona. Çevirmeli telefonun 3'üne parmağını soktu kısa bir çevirme sesi, hemen ardından 9 ve bir 9 daha ki, onlar uzun uzundu. Sonra bir sıfır çevirdi, geri dönüşü uzun sürdü ve ardından bir 5... Sakindi, az önce kırılan kalbinin sesini ona dinletecek ve gecenin karalığına çalacaktı bütün kederlerini. Sesi duydu, yüksek sesli bir dramın hemen öncesinde, hüzne ritmini veren o sesi. Kırık kalbe bıçak darbeleriyle defalarca, defalarca, ama defalarca girip çıkan bıçağın yüreğe her değişindeki o iç burkan sesi. Telefonun kapanma şiddeti yerel magnitüd ölçeği ile tespit edilemedi ki, kırık kalp sesinin değeri o anda sıfırı gösteriyordu. 

Yalan olan neydi diye sorma bana ve gerçeği isteme benden, kırık kalbin hikayesi ise başka bir anlatıcının ucu körelmiş kurşun kaleminde, ağır mı ağır gidiyor kelimeler. Ağır mı ağır bu gece. Ağır mı ağır bir roman olur yazsam, taşıyamazsın orada gizlenmiş hüzünleri.

Kadın bir cümlenin kendisini tetiklemesi ile otursa da yazmaya, kanıyor sadece. Damla damla kanarken farkında bile değil, az önceki bir tetiklenme değil be kadın, az önceki bir telefonun, yerel magnitüd ölçeği ile tespit edilememiş kapanma şiddetinin çıkarttığı ses değil. Az önceki, az önce duyduğun ve kanamana sebep bir tetik/lenme. Derin kuyulardan sesi gelen bir dram. Gerçeğin ta kendisi, yalancının kim olduğunu bana sorma. Söyleyemem. Ben bu gece oturup senin hallerini resmedenim sadece; resim dersinden ilkokulda sınıfta kalan.





 * Bazen bir tek cümle yeter aslında, siz yazmış olmayı dilersiniz ve o cümleyi siz yazamadınız diye darbe alan her bir harf ağlar ardınızdan, bizim suçumuz ne diye.

** Cümle için, Kalabalık Odalardan, Burcu Yıldızer'e teşekkürler...

NEREDE KALMIŞTIK


Aslında durum şu, hatırlarsanız  bir yolculuğa hazırlanmıştı yüreğim, hayat kahkahalarla güldü bana, sen kim oluyorsun da benden ayrı plan yapıyorsun tek başına diye. O güle dursun, kararını vermiş bu yürek çıkacak illa yola ya, tam karşıdan gelmez mi bir mim o anda, Journey To Blue dedi ki, kalk da bloglar arasında dolan bari. Niyetim en azından bu sefer, nadiren kurallarına uyduğum bu mim olayında uslu çocuk olmak.
Sonuca bakacağız elbet...

ÖNCE KURALLAR...

• Takip ettiğiniz bloglardan ya da bloğunuzda yer verdiğiniz blog listesinden baştan 3. sıradaki bloğa girip, onun takip ettiği bloglardan (blog listesinden) -daha evvel görmediğiniz- bir bloğa tıklıyorsunuz.
• Oradaki yazılara göz atıp birini gözünüze kestiriyor, okuyorsunuz.
• Hoşunuza giden bir paragrafı alıp bloğunuzda paylaşıyorsunuz.
• Bu paragrafla alakalı birkaç cümle sarfetmeyi de ihmal etmiyorsunuz:)
• Alıntı yaptığınız bloğun son yazısına yorum olarak bu mimi düşüyor, kendi yazınıza link veriyor ve bu blog sahibini de mimlemiş olduğunuzu iletiyorsunuz.

• Son olarak mimlemek istediğiniz başka blogdaşlar varsa mimi onlara da yolluyorsunuz.

BUYRUN BURADAN YAKIN...
 
Ben artık bloglarımı readerdan takip ediyorum. E o da malum, alfabetik sıralama yapıyor ama ben 3 katagoride takip yaptığım için çetrefilli bir durumla karşı karşıyım. Hangi katagorideki üçüncü blogu seçeyim ki... Tamam kısa bir düşünme payı ve ya şundadır ya bunda usulu ile portakalı soyan versin kararı diyor ve durumu yüce divana taşıyorum.
 
Ve işte 3. blogum: Ahkam Defteri
 
Ve onun takip ettiği 3. blog, şu gün, şu saat itibarı ile güncellenen: Hepsi Detay (burada bir karışıklık olduğunu fark ettim ama, bu blogu bilmediğimden, hiç oralı buralı olmadan gezinmeye devam ettim.)
 
Ve işte etiketler içinden gözüme   kestirip, üzerine tıklayıp, baştan sona okuduğum yazı dizisinden bir bölüm : Gracia & Park Güell
 
Seçtiğim paragraf ve fotoğraf, üzerine bir kaç kelime etmem mi gerekiyor, tek bir kelime etsem: 'Görmeden ölmek istemiyorum'; ama seninle, ama seninle, ama seninle diye de ekleyip, sevgiliye bir mesaj içerikli göndermede bulunsam...
Park Güell de bu eserlerden biri, esasen Barselona'daki zenginler için bir uydukent gibi tasarlanan Park Güell'e çok fazla talip olmayınca burası belediye tarafından satın alınmış ve halka açık hale getirilmiş. Hemen girişindeki Hansel-Gretel evlerinden tanıyabileceğiniz bu büyük parkta renkli mozaikler göze çarpıyor. Parkta aynı zamanda Gaudi'nin evi olan Casa Museu Gaudi de yer alıyor. Burada Gaudi'nin çalışma odası ve yatak odası gibi yerleri gezebiliyorsunuz.
 
İşte böyle bir mimin daha sonuna geldik. Bak gene uymamışsın falan anlamam, gayet de uydum. Mimi paslamayacağım ama yeni bir blog keşfetmek için harika bir yöntem olduğunun altını çizmek istiyorum. 

05 Mayıs 2010

GEÇEN YIL BU ZAMANLAR

ucu yanık bir mektubum var geceye
umut koydum bohçama
huzur, sağlık ve mutluluk ekledim bir tutam
aşkı unutur muyum hiç aşkı da koydum elbet
kelimelerimin kıfayetsiz kalma riskine karşı
yüreğimi koydum bir de aklımı tabii
ama en çok hislerimi doldurdum bohçaya
hüznü ekledim bir tutam
tenimin kokusunu koydum bohçama
nefesimi eklemeyi unutmadım elbet
en masum en içten gülüşümü ekledim
bir de en güzel düşümü koydum içine
ucu yanık bir mektubum var geceye
adettendir dediler bir ateş yak
anlatamadım onlara
ben yüreğimin yangınlarını da koydum bohçama
bu gece gül ağacının dibine koyacağım bohçamı
ve içinde bulacaksın ucu yanık mektubumu
sabah kalkınca bakacağım penceremden
gül bükmüşse boynunu anlayacağım sen bulamamışsın hazırladığım bohçayı
ama gonca, dönüşmüşse açan bir güle
bayram edeceğim; tez elden cevap gelir bana bugün yarın diye

Yazmışım da beklemişim cevap gelir elbet diye, kocaman kokulu bir güle dönünce gonca...
Uzak yollardan gelmiş cevap, gelirken aşk getirmiş...
İyi ki gelmiş...


 
Not:
Bir ara yazacağım uzun uzun...
Merak edip soranlara bir ses vereyim istedim: İyiyim, çok öperim.


_________________________
Fotoğraf / Mektup