20 Eylül 2010

Hani Bilirsin Ya...


Hani bilirsin ya, söylenemeyendedir söz ve kurur nefes... Ve yutkunursun ya; boğazında bir düğüm... Yüreğinde bir sıkışma olur ya hani... Sen söylemeden o anlasın istersin ya... Yepyeni kelimelerle kırmak istemeden, ama bilerek en olmadık yerinden kıracaktır söz, konuşursun ya susa susa. Sığınırsın ya seni rahatlatacak olana; uykuya, içkiye, sokağa, kadına, adama, barlara, berduşlara... Sığındım sanırsın aslında... Sonra yine güneş doğar, hani bilirsin ya...Ve sözü söylemek için vakit gitgide daralır, daralır bir ip gibi sıkar ya... Sıkışan yürek, atmaz artık sanırsın ya... Ve hiç olmadık bir zamanda, hiç olmadık bir kelimeyle söylenemeyeni kusarsın ya: işte o anda hiç olmadık bir yerden vurur hiç istemediğin halde kırarsın ya avucunda ürperen serçenin kanadını bağırta bağırta.

Onca zaman söylenemeyenin ağırlığıyla, bir sarkaçtır artık o söz akılda. Zaman içinde, hele bir de yıldız varsa koyusunda saklı gökyüzünün, bütün karalıklara inat parlıyorsa buradayım diye avaz avaza... Gözyaşı bu, tutamazsın. Bazı sözlerin, kendine verilmiş olsa bile, yerine getirilemeyeceğini bir kez daha anlar, yaranın kabuğundan bir parça koparırsın.
O susaşta saklıdır ilk yangının yükselen kızgın alevi... Karşılıklıdır artık susuşlar ve sessizlik delip geçer zamanı bir bıçak gibi ya da ne bileyim bir şiştir mesela, kızgın ateşte kor... Dağlanır yürek, o sessizliğin içine çöker bir akkor... Hep aşktan yanacak değil ya... Ayrılık da yakar yüreği, aşktan öte, aşk gibi, hani bilirsin ya.
Böyle geceler- uykusuz gözlerde yaş- kavuşmaz ya sabahlara... Söylenemeyenler gelir dilinin ucuna, kurudur nefes, çıkmaz ya bir ses. Kendi duvarlarında sıkışıp kalır ya yürek... Bir düğüm boğazında... Bir ip elinde... Sıkar da sıkarsın ya yüreğini atmayıncaya dek... Boğulan yürek, atmaz artık sanırsın ya... Hani bilirsin ya dostların dilinde avuntu niyetine asılı kalır bir kaç söz, sanırsın ya zaman ilaç gibi gelecek. Ama bilmezsin; zaman durur tam da o anda inadına. Akrep küser yelkovana...

                                                                                      Durdu zaman, hem de hiç olmadık bir anda.
                                                                                                                Mayıs 2010 / Tut Ellerimi
Eylül 2010 / Evrenin Dünyası




18 Eylül 2010

Ev Yapımı Çıtır Kıtırlar, Her Dem Tazeler


Gece gece oturmuşum koltuğuma, nasıl da dertli, nasıl da düşünceliyim, şaşılası bir hal. İnanamazsın ( tam da burada blog demek istiyorum ama, camia da yarattığım ağır abla modeline ısınmış parmaklarım engel oluyor aklımdan her geçeni burada yazmaya... hatta tam da burada nerde kalmıştım blog bile diyebilirdim de... neyse...)

Bilirim inanamazsın, çünkü nadirdir benim geceleri gamlı baykuş olduğum. Lafı uzatmadan geceye döneyim ben. Saat 11 suları. Hırsını bilimum tatlı, tuzlu, atıştırmalıktan çıkartmak düşleri kuran bünyeye, en sert uyarı yaklaşık 2 saat kadar önce, yürüyüş bandında, kaçan kovalanır oyununu oynayan ve dolayısıyla takatı kalmayan bacaklardan geliyor. Koşmam diyor. Aman aman diyorum, siz koşun. Valla bak, ben yemesem de olur.

Ah, ah, mideye mi, beyne mi, bünyenin rahatsızlığına mı ulaşan sinyalleri durdurmanın imkanı yok. Zaman acımasızca ilerliyor. Yeni güne az kaldı. Hevesimi saklasam... Yatıp derin uykulara dalsam.

Saklayamıyorum, yatıp da derin uykulara dalamıyorum, onun yerine müziğimi açıp, mutfağın yolunu tutuyorum. Ne yapsam... Ne yapsam... Ne yapsam... Su içsem de kendimi mi kandırsam. Yok olmuyor, iki bardak sudan sonra ancak midem boğuluyor. Nefesim daralıyor. Çırpınışları devam eden beynim kıvrım kıvrım kıvranıyor. Duygusal açlığımı bastıracak bir şey... Ama ney?

Dolapları karıştırıyorum, susam iki paket ki, 80 gram kadar eder de, tek başına da yenmez ki... Neredeyse vazgeçmek üzereyim. Elimin uzandığı en uzak köşeleri kurcalıyorum. Bir de ne göreyim. Dolabın arkalarında, gözlerden ırak, karışık lüks ( tam da burada gene bloga seslenme ihtiyacı, çok gülüyorum ben bu lüks lafına be blog deme ihtiyacı, ama demiyorum, kapıyorum aklımın açtığı parantezi)

Evet, evet, bildiğin karışık lüks çerez... Yakşaşık 250 gram gibi duruyor. (Yahu bu blog beni bugün rahat bırakmıyor, tam da yeri: Gördüğün gibi blog, gözüm hassas bir terazidir benim de ve burada gene, kapa parantez)

Etti mi sana susamlarla birlikte 330 gram gibi bir ağırlık. E, kuru malzemeler olursa 300 gram civarı, akıl neyi pişirmeni ister, tab ki, Crunchy!

Crunchy de ne olaki diyenlere yaptım kendimce bir türkçe çeviri: Çıtır Kıtır...
Ben, pek bir severim.
Susam ve bildiğin sevdiğin çerezleri yaklaşık 300 gram ki 290 da olur 310 da... Bir yumurta ve bir fincan pudra şekerini çırptıktan sonra harmanlayıp- ki tatlı seviyorsan 1,5 fincan da olur- atıveriyorsun 170 derece fırına, aman dikkat fazla değil 13- 15 dakika sonra hazır oluyorlar. Misler gibi kokuyorlar.

Ertesi gün,  herkesi senin günahına ortak etmek üzere, çıtır kıtırları 4'lü gruplar halinde paketleyip, ofis arkadaşlarına hediye ediyorsun sabah çayının yanında...

Onlar, ay ne de güzelmiş, aman da ne yeteneklisin derken, hem egonu, hem de mutluluğunu katmerliyorsun. 
Evren'e dua edip,  iyi dileklerini gönderiyorsun.
Hadi afiyet olsun. Yaratıcılığını kullan kendi sevdiğin tatlarda çıtır kıtırları da sen yap, dostlarınla paylaş. 
Güzel şey, insanın dostlarının olması.
Çok güzel şey be blog ;)



PS: Bir tarif vereceksin, yarım saat seni okumak zorunda kalıyorum diyen okura da, buradan selam olsun. Onu da düşündüm be blog, koyu renk yaptım tarif için gerekeni. Beni takdir ettin değil mi?

15 Eylül 2010

Taş

Kadın, sahilde yürürken ayağına takılan taşı alıp avucuna, tuttu bir süre. Taşa sıcaklığı geçmek üzereydi ki, aniden fırlatıp attı. Taş suda 3 kere sekerek, her vurduğu darpede hareler yarattı. Keyif aldı seyretmekten hareleri kadın... Sonra aniden taş battı.

Yansımasını fark etti suyun yüzeyinde... Seyretti dikkatlice. Hayattan keyif aldıkları da bir çizik atmıştı, sıkılıp üzüldükleri de. Melodisini mırıldandığı şarkının sözleri aklına gelmeyince pek de kafasına takmadı. Ayağa kalktı. Yansımasını suda bıraktı.

Havanın güzelliğine kanıp salınarak yürümeye başlamıştı ki, bir rüzgar esti saçlarını savuran... Umursamadı. Soğudu hava ve karardı gökyüzü. Karardı deniz. Karardı yüzü. Sıkıldı içi. Çok sıkıldı. Çıkarıp içini havaya fırlattı.

Bir gece önce keyfe yattığı düş ne de çabuk kedere bırakmıştı yerini. Aldı düşlerini yüreğinden, söktü tek tek kederinden. Bir yumak yaptı. Önünden geçen kara kediye verdi yumağı. Kedi yumağı oyuncak etti kendine. Oynadı, oyalandı bir süre. Parçaladı yumağı. Ardına bile bakmadan oradan uzaklaştı.

Kadın, yürümeye devam etti. Ayağına bir taş daha takıldı. Aldı eline taşı. Sıcaklığı taşa geçiyordu ki, durup bekledi. Soğudu bedeni, hissetmedi elleri, taş yuvarlandı avucunun içinden. Kadın yığıldı olduğu yere. Avucundan düşen taşa geldi başı. Kanadı... Kanadı... Kanadı...

Acımadı canı, hissetmedi yüreği, bilmedi aklı, duymadı kulağı, ağlamadı yaşı. Güçlü bir dalga parçaladı kadının taşa dönmüş bedenini. Sahilin binbir yerine dağıldı kadın.

***

Sahilde yürüyen bir adam aldı bir taşı eline. Tuttu elinde sımsıkı önce. Sonra savurdu denize doğru. Taş sadece bir kez vurdu denizin yüzeyine. Hareler oluştu yüzeyde. Adam seyretti hareleri... Daldı derinlere. Geçen yıl bu zaman, dedi; kaybetmiştim seni bu sahilde. Bir tekme savurdu havaya, ayağının ucu çarptı bir taşın ortasına, yüreğine oturdu acısı, bir damla gözyaşı düştü o taşın üzerine. Taş oyuldu, göl oldu.


İlk Yayın Tarihi / Haziran 2009

13 Eylül 2010

Bir Çay Ver, Gamlı Olsun


Biz hiç çay içmedik ki seninle,
Kahveydi ilk yudumda nefes gibi içimize çektiğimiz.
Ten kokulu sabahlara mutlulukla açılırdı gözlerimiz.

Ne çok zaman geçti üzerinden güzel gözlüm diye sevilmeyeli...
Ne çok zaman... aynada gözlerime gülümsemeyeli...
Ne çok zaman... koyu kahverengi gözlerinde sevişmeyeli.

Öylesine yalnız bir gecenin ortasına düştü ki ellerin...
Yüreğim sanki avucunun içinde, yorgun.
Yüzümde gülümseme, buruk.
İçimde; acı yeşil bir sızı, zamansız.

Böyle olmamalı derin bir aşkın sonu dedi dostlar...
Böylesine kayıtsız, boşlukta salınmamalı dedim kara bir sevda.

Küsmemeliydi yelkovan akrebine,
Bölünmemeliydi tümceler hece hece,
Kırılmamalıydı sözcükler teker teker,
İnceldiği yerinden kopmamalıydı kalemim.

Durup baktım geçmişe yelkovanın ucundan; acımak bir kahvenin şekersiz koyusunda kendine, en çok da sevişine, kıyamamak güzel gözlerine, akrebin soktuğu yerde kanatmak kendini bile bile, ne zalimce...

Zamanın hiçliğinde, yokluğuna sarılmak bildiğince.
Ağlayamamak, yutkunmak biteviye,
Bir bardak çaya yükleyip teselliyi,
Yudum yudum ısınmak...
Yudum yudum tutunmak şimdiye, tek çare.

12 Eylül 2010

Fotoğrafın Fısıltısı / Tütmek





gecenin koyu mavisinde
sabahını bekleyen 
 hüzün kanatlı albatros
bir rüzgara kaptırmış yüreğini
uçuyor da uçuyor

ah!
kanat çırpan
çırpınan
rüzgarını buldu mu süzülen
yere göğe sığdıramadığım
aşk!

gece gece
aklıma düştün
yüreğime gerçek














03 Eylül 2010

Bir Yolculuk Öncesi: Dönüş(tür)mek





Sırt çantam elimde, içine konacakları ayırmışım gün evvel ama gene de gözüm sağda solda. Özenle yerleştiriyorum; incecik bir yağmurluğu, kolları uzun bir tişörtü, şort olabilen pantalonu... ah keşke sandalet olabilen bir botum da olsaydı, onun yerine yağmuru seven spor bir ayakkabı alıyorum yanıma, sandaletler ayağımda; onlar güneşin aşığı. Ne olur ne olmaza hazırım: İlk yazın narin ve sevdalı gelinciğinden, kasımın yabani ve gene de sevdalı patına dönüş(tür)ecek hazan mevsiminde bir gezginim.

El çantamda; pembe kumaş kaplı defterim, yol kelimelerini yazmak için kısa, dolgun, gümüşi kalemi de yanında. Fotoğraf makinası da aldı yerini, detayları çekip saklamak ve gelecek günlere geçmişin anılarını anlatmak için oldukça sabırsız. Bir-iki kitap yanımda, yol(culuk) arkadaşı olmaya hevesli. Bir mp4, geceye ninniler söyleyecek belli. Bildiğim bir yolun tekrarındayım, daha çok aşk gibi, o nedenle de ilk sefermiş gibi; kanatsız bir kelebek içimde bütün bir yol dans edecek sanki.

Gidiyorum. İçimdeki çoşku hangi kelime ile tanımlanır henüz bilmiyorum... Gidiyorum, içimin yağmurunu güneşe dönüştürmek için... Gidiyorum, güneşli hallerimin yer yer yağacağını bilerek. Anlayacağın, gidiyorum aşka aşkla, ve biliyorum, günlerce yitip gitmeyen, yeni çekilmiş bir kahvenin buram buram kokusuna saklanmış yakıcı bir hasretlik var ucunda; 'hazır ol'da beklemekte anını ama korkmuyorum, ne olur beni anla. Gidiyorum, yüreğime yenik düşen aklım bir karış havada. Bana öyle garipseyen gözlerinle bakma. Hem sen bilir misin aşka düşmeyi, yanmayı mesela ve aklını kesip atmayı bir anda. Sadece yüreğine bırakmayı bütün kararları. Ama aklın işi bu, gelip karışmasa olmaz. İç sesin o senin, yüreğini yoluna koyacak olanın. Yürekli kararlar almanı sağlayacak ve aşkı(nı) ölümsüzleştirecek olanın. Ama akıl iki yarı; biri şeytan, oturtur seni sofraya, yüreğine değmeyen, değmesini istemediğin ne var, tadına baktırır birbir. Diğer yarı, bir melek. Onun kanatlarında dünyan bir başka güzel, bir başka kırmızı, bir başka parlak. Kavgalı iki yarın; aklınla yüreğin, gözlerinle sözlerin, olması gerekenle oldurmaya niyetlendiğin... Hep kavgalı... Aşk, biraz da dövüşmek değil mi?

Hem sen anlatsana bana... Aşk; açarken solmak, solduğun vakit yeniden açmak, değil mi... Aşk; dönüşmek pır pır uçan bir kelebeğe ve köklü bir ağacı dönüştürmek bembeyaz hafif bir buluta, değil mi... Aşk; giderken dönmek, dönerken koşmak, değil mi... Aşk, aç kollarını ben geliyorum diye bağırmak isteyip de, dudakta bir gülümseme ile havada asılı kalmak, değil mi... Aşk, pırıltılı bir yeni yetmenin gözleriyle sevdiğine zamansızca, uzun uzadıya bakmak, değil mi... Aşk, bunların hepsi, ayrı ayrı her biri ve aslında hiçbiri, değil mi...


        Eğer öyleyse sevgilim,
                                kahverengi gözlerinin huzurlu derinlerinde bekle beni,
                                                                yoluna çoktan çıktı yüreğim, 
                                                                                           dudağımda saklı bir gülümseme...
                                                                                                                         bekle, geleceğim.




Görsel

01 Eylül 2010

İlk Yağmur Soruları



Bugün yağmur yağdı mı sizin oralara
Düştüm mü yüreğine, bir yangın yeri ortasına
Kokladın mı çimenleri, toprağı ve tenimi
Özledin mi sen de ben gibi