10 Ekim 2010

Turuncuydu Aşkımın Rengi



bilir misin sevgili;
odaya yayılan portakal kabuğunun yağı ile ovduğum kürek kemiklerinin ağrısını hissederim hâlâ avuç içlerimde. şakaklarının terinde eriyen parmak uçlarımda derin çatlaklar oluşur her yağmur sonrasında. güneşe benzeyen bakışlarımı saymazsan eğer gök yüzümde yıldızlar kayar gündüz vakti. onca yıl geçti üzerinden yüreğinde sonlanan duygularımın bir türlü gelmedi yenilenme vakti. o zamanlar turuncuydu aşkımın rengi, gözlerimse bakmaya doyamadığın duru su yeşili. dudaklarımı hiç sorma sevgili, bugün bile bıraktığın gibi: acı tebessüm rengi...









Geceye Methiye


keşke yalnız bunun için sevseydim seni.
der ya süreya şiirlerinin sonunda
ben gecenin sonunu bekledim
çünkü içinden sen geçen şiirler yazacak kadar şair değilim
hatta şair bile değilim

ama öykünürüm
gecenin güzelliğini düşünür
içine seni katar
keşke yalnız geceleri sevseydim seni, derim
gündüzler için bağışlar mısın beni sevgilim?


Aşka Dair - 8

Aşka Dair - 4     Aşka Dair - 5     Aşka Dair - 6     Aşka Dair - 7





Ertesi gece 'balkon barda' buluştular yine. Anlatıcının balkonuna bu adı takmışlardı. Balkon Bar... O akşam, rakı sofrasını kurdular hep birlikte. Güneş rakı burcunda ilerlerken, hadi anlat dedi sabırsız olan. Sürekli beter senaryolar üreten akıllarının, arkası kesilmez sorularına kızmış olacak ki anlatıcı; masaya saklayın dedi hevesinizi.

Kesmesi için kavunu uzattı birine ve diğerine salata malzemelerini verdi. Kendi de sabahtan marine ettiği tavuk kanatlarını koydu teflon bir tavaya ve kapattı kapağını. Soslu tavuğun kokuları yükseldiğinde, masa hemen hemen hazırdı. Elma dilim patatesleri fırından çıkarttı ve çiğ köfte tabağını alıp masaya koymaları için, meraklı gözlerle ona bakan kadınlara uzattı. Yahu bu gece de rahat bırakmayacak mısınız beni? Valla masalcı ninelere döndüm, çocuklarım dizlerimin dibinde...  

Yemek masasına oturduklarında, hazırlanmış mezeler yarışa girmişti adeta, hepsi dağıtıldı kaşık kaşık. Biraz kadınsal mevzular konuşuldu: saçların; boyası gelmişti, tırnaklar; yazın manikürsüz olmuyordu, ayak topukları; kremlenmek istiyordu gece yatmadan önce, sıcakta karpuz peynir en iyisiydi, hem kilo vermek her daim gerekliydi. İkinci kadehlere gelindiğinde, kadınların çocuk bakışlarında 'hadi anlat' vardı. Hadi kaldığımız yerden devam et diyen muzur bakışlara yenik düştüğünü hissetti. Anlattıkça, artan özlemine gem vurabilmesi için bu gece çok içmeliydi. Bir duble daha aldı kendine, başladı üçüncü bir göz gibi hikayeye:

O sabah kahvaltı için tepeyi seçmişti kadın. Deniz uzaktaydı, ufuk karşılarında. Ten bir el mesafesi, gözler içiçe çoktan geçmiş. Yüzlerde bir gülümseme: sensin, burdasın der gibi. Herşey bir rüyadan uyanmak ve gerçek olduğunu anlamak gibi. Akıyor zaman, öyle böyle değil ama saatlerce, ne yol yorgunu bir adam var masada, ne de endişelerini omuzlamış bir kadın. Aradığını bilen, bulduğunu anlayan bir çift yürek. Atıyor. Öyle böyle değil. Heyecan karşıki kıyılarda çoşkun bir dalga, vurup vurup köpürüyor. Seyirlik bir tepede, manzarası birbirinin gözleri olan iki yetişkin insan. Çocuklar gibi konuşkan, gençler gibi çekingen,  yetişkinler gibi hevesli...

Günü uzattılar, köyün yollarına, kadın arabayı kullanırken, adamın gözü hep kadında. Güzelsin diyor. çok güzel... Seni filme almak isterdim. Kadın o andan sonra kendi filmlerinin prensesi olacağını biliyor. Senarist torpil geçiyor. Gün bu kadar da güzel olamaz ki...

Kadınlar artık masada falan değildi, kadınlar yola çıkmış gidiyorlardı. Solgun saçlarına değen rüzgarın etkisiyle uçuşan tel tel saçları tenlerine değdikçe, yüreklerinde bir yer ürperiyordu. İlk virajı alırken adamı gördüler. Yüzlerinde bir gülümseme, adam beyaz atlı bir prens... Gözü yaşlı olan atıldı söze, daldığı yoldan ayırdı gözlerini, hani neredeyse eli belinde: E valla abartıyorsun artık. Yok canım, bu kadarı da gerçek değil. Adam yol boyu izledi  mi seni... Bak sahi söyle...

Adam bir ömür boyu izledi beni. Ömrümüz kısa geldi o başka deyip güldü anlatıcı... Dostlarla yenilen yemekleri anlattı arada zencefilli somon tarifi vermeyi unutmadan, yapılan yürüyüşte okunan kitapdan alıntılar yaptı, sahilde kayalarda çalınan şarkıları söyledi bir ara hatırlayıp da yakamoza vesile ayın güzelliğini. Gidiş sırasındaki yağmuru yağdırdı gözyaşlarında. Sonraki gelişleri anlattı uzun uzun, ve gidişleri ve bekleyişleri... Ve gelişleri sonra yine bekleyişleri... Kadınlar sabahın ilk ışıklarına kadar dinlediler, kah gülerek, kah ağlayarak, kah eşlik ederek çalan şarkılara, kah küserek hayata, içtiler o gece, güneş parola.

Salkım söğüt oldu gözyaşları bir ara. Öyle ağlamak görülmedi, öyle gülmek, öyle donup kalmak ve öyle şaşmak olanlara. Kader diye birşey vardı. Yürekten istediğinde oluyordu. Vazgeçtiğin anda gelip seni buluyordu. Aşk, bir oyundu. Kuralı yoktu. Şanslıysan karşına ikinci kez çıkıyordu. Ve şanslıysan bir parçan daha herşeye rağmen nefes alıyordu. Sözlerle başlamıştı bizim hikayemiz, gözlerle bitti. O gece, baktık sadece birbirimize, kelimeleri özenle seçip yükledik gözbebeklerimize, hiç konuşmadık. Hiç söylemedik zaten bilinenleri, hiç lafını etmedik ayrılığın. Baktık sadece, sanki ilk defa görüyormuşcasına uzun, son defa görüyormuşcasına en derine. Kimse kimseye kal demedi, gitmek en doğru olandı. Gittik birbirmizden o gece. Bir daha hiç haber almadım ben ondan, bilmem o beni bildi mi neredeyim ne yapıyorum. Gözlerini hiç silmedim gözlerimden. Hâlâ ne zaman aynaya baksam gözlerini görürüm o derin kahverengilikte. Sözlerler başladı bizim aşkımız, gözlerimizde bitti. İyi ki...

Biliyordu, o geceden sonra başka bir hikaye anlatılacaktı o balkonda. Arkadaşları kendi hikayelerinin durağanlığına geri dönedursun, anlatıcı bir sigara yaktı yalnızlığına, içine çekerken dumanını, kafasını kaldırdı, baktı gökyüzüne. Yıldızı oradaydı,  söz verdiği gibi bulutların arasından ona bakıyordu. Gülümseyip bir selam etti geçmişe, dalıp gitti gök yüzünün gözlerine. Isındı yüreği, koca yüreğini açtığı koca yürekli adamı hep çok sevecekti. Ben seni sevdim dedi, ben de seni çok sevdim.  Ortanca saksısının yalnız bir köşesine söndürdü sigarasını. Gece uzun olacaktı.

09 Ekim 2010

İven Kızın Hikayesi

Evlenmek var mıydı aklında bilmiyorum, hiç konuşmamıştık bu konuyu. O gün evleniyorum dediğinde, neden şaşırmıştım ki, 20'li yaşlarında üniversiteyi bitirmiş, işe girmiş, kendince hayatla ilgili basamakları teker teker çıkarken de evlilik basamağına gelmişti. 30 olmadan da anne olmak istiyordu.

Hatırladığım kadarıyla, üniversitedeki arkadaşıyla herkesi şokta bırakan bir ayrılık yaşamışlardı. Askere giden oğlanı, askerliğinin bitmesine bir ay kala ziyarete gitmiş, dört yıldır süre gelen ilişkiyi, uzun upuzun bir konuşma ile noktalamıştı. Üstelik ona tek bir kere bile söz hakkı tanımayarak. Gerekçesi, evlenmek istediği adam olmayışıydı. O, aşık olup evlenmek istiyordu. Gözleri kör olsun istiyordu. Yüreği öyle bir çarpsın ki, yer gök yankısından yıkılsın istiyordu. Ayakları yere basmasın, kanatlanıp uçabilsin istiyordu.

İstediği oldu, iş yerinde bir sabah vakti, kapıdan uzanan bir kafanın gülümsemesinde buldu istediği herşeyi, bir aya varmadı  aile arasında bir nişan yaptılar, üç aya varmadı aynı eve taşındılar ve hemen sonrasında yaz başıydı ve artık neredeyse altı aydır tanışıyorlardı sade bir törenle evlendiler. O yılın sonunda hamile kaldı. Herşey kendi kurgusunda ilerliyordu. Çocuğun sorumluluğu ile artan yüklerini taşırken bir yana bıraktı kanatlarını, herşeyi görmesi gerekti, evin eksiğini, çocuğun altının kirlendiğini, çamaşırı, bulaşığı, yemeği derken gözleri açıldı mecburiyetten. Aşık olduğu adam gitmiş yerine yepyeni, hiç tanımadığı bir adam çıkıp gelmişti. Kocasına bakıp o ilk günlerin heyecanlarını arıyordu, tabi kocası eve gelirse. Geldiğinde elinden içki şişesi düşerde sızarsa, işte bir tek öyle anlarda, bakıp da iç geçiriyordu geçmiş günlerin büyüsüne. Bir zaman sonra ayakları öyle bir yere bastı ki, tabanları acıdı.

O acı kendine getirdi kendisini. Alıp da oğlanı yanına, dönünce baba ocağına, herkesin gözünde bir damla yaş vardı. O damla, o torun hatırına hiç düşmedi. Düşmedi ama, kısacık zamana sığdırılan karar, zorlu bir boşanma sürecinde yeri göğü inletti. O süreçte ne yer kaldı ne gök, herşey yıkıldı gitti. İven kızın yaşlı anası, okullar okumamıştı ama bilgili kadındı. Kızı okumuş diye saygısından bir kere söylediğdi aklındakini,  iven kız ere varmaz, varsa da baht bulmaz... Aman anne demişti, sen atalara baksan, bin ölçüp bir biçmeli, ömür mü yeter ona.

Ana yüreği durur mu, gizli gizli içine ağlıyordu. Torunuyla kızının kaldığı odaya girdiğinde onların sarmaş dolaş hallerine gülümsedi. Yanaklarını okşayıp, alınlarından öptü. Yaşı ilk defa düştü.  Yüreğine bir acı gelip otrurdu. Anaydı, canının canı daha ufacık bir çocuktu. Yaşamın zorluğunu tek başına göğüslemenin  ne kadar zor olduğunu biliyordu. Eşini kaybedip de iki çocukla yirmi sekiz yaşında dul kaldığında; analığı; çocuk büyütmek taş kemirmektir demişti.

Ellisine geldiğinde ellerindeki nasırları ilk defa fark etmişti: Ne zaman olduklarını nasıl olduklarını düşünmüştü, zamanın izleriydi, zamanın ve yaşamanın. Oğlu bir krem alıp geldiğinde sevindiğdi de, bir iki defa sürdükten sonra, kaldırdığdı dolabın bir köşesine. Yatağın kenarında oturmuş seyrediyordu ellerini, ellerinin koruyamadığı canından olanları... Çivi çıkmıştı...  çıkmıştı çıkmasına ama  biliyordu, yeri hep kalacaktı. Ne krem geçirebilirdi, ne de zaman o izleri...











08 Ekim 2010

Ateş, Süpürge, Kapı


Geçmişteki ilişkilerin tatsızlıklarını ve acılarını atacağız o odunların üstüne, yanıp kül olacaklar gecenin sonunda, şart bu alevler başlamak için yeni bir hayata” (*) 

Sembolik olarak süpürge, üzerinden atlandığı zaman yalnızlığı, kederi ve üzüntüyü süpürür, üzerinden atlayan kişilerin mutlu bir hayata birlikte adım atmalarına vesile olurmuş. (*)


Bir kapı aralayıp başka bir dünyaya bakmak için
ziyaret edin derim.

Ben gene, yine; imrendim.
Hem fotoğraflarına, hem dili kullanışına,
hem de araladığı kapılardan bu denli yürekli geçişine.



 

(*) Meren'in yazısından alıntı.
Fotoğraf / evren, 2010, çeşme marina

06 Ekim 2010

Yansıma...

Aslında hepimiz birer yansımayız... Öyleyse Tanrı kötü mü? Papaza her günah söylenmez, dedi. Her günah. Nasıl ayıracağız, papaza söylenecek olanla söylenmeyecek olanı... Ketum olmak gerekti öyleyse hayatta. Ama o zamanda  bütün günahlar üzerimize kalırdı. Haksızlık!

Öyleyse bizi kim affedecekti. Kim sevecek. Kim yüreğimizden geçenleri bilecekti. Kelimelere sığınıp yazmak ya da konuşmak kendini affetmenin ilk adımı gibiydi. Ayağa kalkmaya çalışmak... Arasıra dengeni buluncaya kadar tutunmak için kendi yüksekliğince olanlara uzanmak gerekliydi. Sonrası kolaydı, denge bir kere tutturuldu mu dere tepe düz... Koş koşa bildiğin kadar.  Güven kendinden başlardı. Öyle olmadı. Sonra nedenleri sonsuz, sonsuz kere taşlara takılıp tökezledin. Düştün. Acıdın. Ağladın. Kırıldın. Hepsi bir yansımaysa, Tanrı'nın gözyaşları üzerine mi yağdı?

Sen yağmuru ne sandın. Topraktan buğular yükseldi, havada ısı düştü. Damla mı oldu. Haha... Soğanı hatırlatırım sana. Sadece bir bahane değil mi? O'nun da bahanelere ihtiyacı var sen gibi. Akıl yürütmek sana mahsus... Yürüt, tutan mı var. Yaklaş bak O'na. Sen içinden kabaran duygulara ihtiyaç duyarsın... Kendi kendine kabarır mı duygular, hep bir başkasına ihtiyaç duyarsın. Mesela ÖFKE... Kendi kendine mi yükselir. BİR ŞEY OLUR. Bir nedeni vardır. AŞK. Durup dururken mi çıkar da özgürleşir, yüzüne gözüne bir ışıltı gelir. YANSIMA. Sendeki çarpar karşıdakine, kendini görürsün. Kafan karıştıysa, akılla düşün, yürekle hisset.

Mesela bu sabah yüzündeki gülümseme... Sana çok güzel olduğunu yazmıştım.. uzuuun uzun… ne kadar alımlı ve vakur… ne kadar hassas ve yırtıcı… ne kadar sakin ve deli… Cümlelerini okumasan oluşacak mıydı yüzünde bir gülümseme. Eğer çok yakın bir geçmişte sayfama gelmeseydin o mağrur o  burnu havalarda resminden seni biraz itici bulup merakla sayfana yönelmeseydim... Cümlesinden sonra o gururlu gülüşün acıyacak mıydı mesela... Herşey bir yansımaysa... Tanrı'nın burnu havada!

Ah deli günlerini, bazen durgun bazense koşturan anlara çevirmeyi başaran küçüğüm. Nedenleri ve niçinleri ile yansıyan yüzlerde gördüklerimizizdir aslında. Özümüz yansır, biz seyrederiz. Öpüyorum güzel yüzünü.. Seni anlayabilmek için çok zeki olmak gerekmiyor.. sadece senin çok zeki olduğunu anlamak yeterli bence.  Ve çok duygusal… ve çok dürüst… ve çok güzel  olduğunu.. canım seni nazlamak ve şımartmak istiyor..

Canım nazlanmak ve şımartılmak istiyor. Özüm kelimelerinde yansıyor. Hiç görmediğin yüzümü, hiç görmediğim yüzüne yaslıyorum. Her yer ben oluyor, her yer sen. O oluyoruz. Bütünlüyoruz yansımalarımızda hayatı. Senin de dediğin gibi; görünmeyen bir eli,  sever gibi yaparak aslında hissettirmeden ateşi ölçen  o eli hissetmek ne güzel...

Hayat; hasretle öper gibi dinlediğin sonsuz bir senfoni... Yansımalara iyi bak küçüğüm. O'nu göreceksin. O!nu ve O'nun sana sunduğu güzellikleri. Yüreğinden geçen neyse, sen O'sun O'nun yansıması. KİMİM diye sor? Nasıl yansıyorsun bir bak. GÖR KENDİNİ. GÖRDÜĞÜNÜ SEV. YANSIMAN GÜZEL ÇÜNKÜ.




03 Ekim 2010

Fırında Levrek Çok Mu Gerek?

Bugün absalom gibi yazasım var aslında. Şimdi güzide arkadaşlarım diye söze başlayıp, sayfalarca süren bir anlatımın sonunda, aslında levreği falan unutup gittiğiniz ve yahu ne diyordu bu evren diye sorduğunuz anda söze başladığım yere geri dönüp üç satırda aklınızı almak vardı da... Hadi dedim, hafta başlıyor. Yormayayım güzide arkadaşlarımı... Hepi topu bir fırında levrek anlatacağım dimi ama...

Gene de klasik anlatımlarımın dışına çıkıp şöyle bir ilginçlik olsun, blog dolsun edası ilen sözlerime başlıyorum. Ve Allah sizi inandırsın AŞK felan da yok yazımda, bak valla, mesela ayrılık yok, acı yok, hüzün, gam, keder desen boşuna arama.YOK. Ben klasik bir kadın blogger olarak bunları reddediyor, ev yemekleri bloglarının da conceptinden uzaklaşıp şöyle İLGİNÇ, farklı, ekzantirik filan felan feşmekan bir yazı yazıyorum. Ay burada da Sazan olup, hayata balıklama atlayıp, anla beni okur diyesim geldi. Ama beni anlamak için buradan bir zahmet kediye gitmeniz lazım ki hissedesiniz halet-i ruhiyemi.

Önceliklen, bir önceki yazı  okunmuş mu, sindirilmiş mi ve öğütülüp, tüketilmiş mi bir kontrol edelim.

  1. Ben bu sabah ailemle nereye gittim? (Pazara da hangi pazar?)

  2. Kahvaltıda ne yediydim? (de, geğirdim - ben nazik ve sağduyulu bir insanım, içime doğruydu eylemim)

  3. Eve gelir gelmez ne yaptım? (Çiş sayılmaz)

  4. İlk pişen yemeğin adı ne? (Tarihte değil ayol benim evde, bugün)

  5. Malzemelerden beşini say... (Marul yaprakları tek tek sayılırsa kabul olmaz)
Evetttt... Soruları doğru cevaplayan 2500  (ikibinbeşyüz, evet yanlış okumadınız) okuyucumuz, az sonra fotoğraflarına mazhar kalacağınız canım fırında levreğin tarifini alabilecek benden. Resimli anlatımla çözerim ben çok akıllıyım diyorsanız, ben sizden daha akıllıyım, bazı ip uçlarını fotoğrafa eklemeyerek, bir nevi malzemeden çalma cinliği ile, gizli tarifimin sırrını koruma altına almış bulunmaktayım. Burada gevrek bir gülüş var aslında. He he he yazayım, siz anlayın.
Şimdi reklamlar...

Balkon Bar Gururla Sunar
Evinli Yatakda, Karabiber Tanesinde Kereviz Yaprağı Kokulu Çarşaflarda, Fırında Levrek
Şef Evren'in, gizli mutfağına girmeyi başaran acar muhabirimiz, sırrı öğrenemeden geri döndü. Ve fakat, lakin, elimizdeki çok önemli fotoğraflar bu işin sırrının çözülmesinde önemli ip uçlarını barındırıyor. İncelemek istersen fotoğrafın üzerine gel, bir tık, büyüt fotoyu incele inceleyebildiğin kadar. Hatta download et, sakla. İster print out et, akşama da yanında yat, sen bilirsin.

Az Sonra... Gerçekler... Burada bir flash flash gerekiyor ama naparsın. Teknolojim buraya kadar.



Gerçek şu ki, bu levreğin tarifi falan yok, ama şahane bir hikayesi var. Bak valla diyorum ya. Sen oku, beğenmezsen yeme. Ama müsadenle kendi anlatım dilime dönmem lazım, çünkü az sonra tükenecek enerjim türlü çeşit takla atacağım diye. Unutma, ben yaşlı bir blog yazarıyım, eski alışkanlıkla bildiğim üç beş kelimeyle dilimin döndüğü kadar yazarım.

Ben oldum olası severim yemek programları seyretmeyi; dergilerini, kitaplarını kurcalamayı, ciddi bir arşivimde vardır üstelik. Seyrettiğim yemek progrmalarından birinde, italyan bir kadın fırında balık yapacaktı ve kereviz sapları ile bir yatak hazırladı. Hatırladığım kadarıyla, havuç, patates, kereviz sapları ve domates suyu çok çok kısık ateşte öldürülüyordu. Sonra balık tepsinine alınan bu evinin üzerine konan balık fırınlanıyordu.  Balık sever biri olarak; hafta yedi, öğün on balık yiyebilirim ben. Böyle olunca da farklı farklı tatları denemeyi de severim. Tariflere sadakat konusunda mimlenmiş olan ben, tabi ki benden beklenen bir tavırla aklıma estiği gibi denemeler yaparım ama söylenene göre elimin lezzeti varmış, ben yiyenlerin ve bu lafı edenlerin elçisiyim.

Bugün bildiğiniz üzere köylü pazarına gidince, levreği fileto yaptırmıştım. Yarım kilo kadar gelen balığımın yarısını buzluğa kaldırdım. Yarımı ile de fırında levrek yapmaya karar verdim. Önce teflon tencereye bir parça zeytinyağ koydum ama bir çorba kaşığı ancak vardı. Biraz toz şeker serptim ve üzerine dilimlediğim soğanları halka halka yerleştirdim. Patatesler de yuvarlak yuvarlak kesilip soğan halkalarının üzerinde yerini aldı. Kırmızı ve yeşil yağ biberlerini, sarımsağı, incecik dilimlenmiş havucu da üstlerine tablo gibi yerleştirdim. Üzerine, yarım su bardağı kadar, toz zencefil ile tatlandırılmış domates suyuna, bir o kadar balık suyu ekleyip malzemelerin üzerinde gezdirdim. Az muskat rendesi ve tane karabiber ile deniz tuzu ekleyip kapağını kapattım ve ocağın altını mum alevinden hallice bir kıvama getirip 10-15 dakika pişirmeye bıraktım.

Kokular yayılmaya başlayınca, tencerenin altını kapattım. 2-3 kereviz yaprağını evinin üzerine bıraktım, buharın da etkisi ile lezzetlerini salınca yaprakları aldım. Karamelize olmuş soğanlar üste gelecek şekilde, fırın kabına yerleştirdiğim evinin üzerine balığı boylu boyunca uzattım. İki parça kuru domatesi balığın altında kalacak şekilde yerleştirip, 220 derece fırında 15 dakika pişmeye bıraktım.

Bana kalan 15 dakikada, önceden temizlenmiş marul, roka, taze soğandan bir salata yapıp, kırmızı lahana ile renklendirdim. Nar ekşili, salata sosu ile tatlandırıp yuvarlak beyaz bir kaseye ellerimle harmanladığım salatamı koydum. Üzerine az biraz kapari ekleyip, deniz tuzu serptim. 

Balkona haızrladığım masamı özenle yerleştirip, bir amerikan servis koydum, hazırladığım menü ile gün batmadan, kendimi bir kez daha şımarttım. Üşümiyeyim diye, omuzlarıma polar bir şal almayı unutmadım.