18 Mart 2011

Nereden Başlamalı




seni düşünüyorum. anlara sığdırılan, görenlerin özendiği kocaman kahkahalarımızı, kırılacakmış gibi hassasiyetle ve sadece parmak uçlarımızla sildiğimiz gözyaşlarımızı. evet, bugün seni düşünüyorum. yataktan çıkıyorum alelacele. daha yüzümü yıkamadan alıyorum elime kağıdı-kalemi; bir mektup yazmaya karar veriyorum. nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

bazen, daha ilk yazıldığı anda anlamsız kalır ya cümle ve hatta kelime, hani şair der ya kifayetsiz... öyle bir an gelir de bakar kalırsın ya, kaleme, yazdığına, kağıda... anlara takılır da gidersin ya peşlerinden kimi zaman gözünde yaş, kimi zaman sımsıcak bir tebessümle... uyanırsın ya bir sabah yüreğin küt küt atarken, dilinde onun adıyla... bakar da kalırsın ya sol yanına... tutar da yüreğini elinle sıkarsın ya... seni düşünüyorum işte ben böyle bir sabahta. nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

sevgili
sevgili yazıyorum, görünmez ama hissedilir bir m geliyor hemen ardından. susuyor şehir. uyanıyor kuşlar. o zaman anlıyorum. ben hâlâ senin yanında, sol yanımın sıcaklığında öptüğün o sabahlardan birine uyanıyorum usulca. uzaklıklar geliyor aklıma, o uzaklığın öğrettiği özlemek duygusu bağdaş kuruyor burnumun ucuna. sızlıyor evet. hemen sonra yakınlığın, içimde bir yere ulaşıyor sızı, ısınıyor ister istemez. işte öyle bir hal içindeyim bu sabah. burnumda bir sızı, yüreğimde bir sıcaklık; nereden başlamalı, diyorum. nasıl seslenmeli...

...?
üç nokta koyuyorum, hemen yanına bir soru işareti. başlıyorum yazmaya. bittiğinde senin yazıyorum. yanına adımı yazmaya tereddüt ediyor kalemim. senin, yazıyorum bir kez daha ve bir kez daha ve bir kez daha. bastıra bastıra.

üç noktayı siliyorum. sevgili yazıyorum. soru işareti hâlâ orada, içinde saklanan m, korkudan tir tir titriyor bulunduğu yürekte, çıkmaya hevesli ama korkularına yenik düşüp siniyor olduğu yere. senin yazan yere gidiyor kalem. hemen yanına bırakılan boşluğu doldurmak artık ne kadar zor bir bilsen. di yaz diyor akıl. kalem onun komuta zincirini kırmıyor. o koca boşluğun yanında di, nasıl da sırıtıyor bir bilsen. yürek nasıl da suskun izliyor olup biteni... nereden başlamalıydım ki, diyorum. nasıl seslenmeliydim.

yazdığım her şeyi siliyorum. ... hemen yanında bir ? kalıyor sayfanın en üstünde, en altta ise ... ve bir de di. arada kalan koca boşluğa bakıyorum uzun uzun. o boşluğu doldurmak ne kadar zor bir bilsen. yürek o boşluğun içinde suskun, akıl ağlamaklı... mektubu zarfa koyup, üzerine adresini yazıyorum. bir rüzgar vuruyor pencereme, Emirgan'ın koruları gülümsüyor bana. güneş gösteriyor uzaktan da olsa yüzünü. babamdan kalma yazı masasının üzerindeki bütün kağıtları uçak yapıyorum bir bir. süzülüyorlar havada boğaza doğru. bir zarf kalıyor üzerinde adresin yazılı. gerisi koca bir boşluk. nereden başlamalı diyorum yarınlara, nasıl seslenmeli hayata...




Görsel / deviantart

10 Mart 2011

Ölmek mi Gerek?



yazmak için oturduğum her seferinde,
nedendir kazımak seni tenimden.
biraz maviye ihtiyacım vardı bugün
ve az biraz turuncuya.
sen istersen umut de buna...

yazmak istediğim her seferde,
neyin nesidir seni kazımak yüreğimden.
bir kuşun kelebeksi değil diye kanadı,
kırılmaz mı sanıyorum ne...
ah! nedir kendini bu denli kandırmaca...
insan gün geliyor, Tanrı benim sanıyor...
sadece bana ait.

gülüyorsun değil mi...
gül tabi.
her yaranın altından çıkan ben olsam 
kahkahalar atardım
ama sen çıkıyorsun,
ve kanıyorsun.
tenim acıyor,
yüreğim ondan daha çok.
sen acı eşiğim sınırsız mı sanıyorsun?

ah! ne büyük yenilgi benimki...
Tanrım! ne büyük bir yenilgi benimkisi
senin varlığın karşısında...

biraz maviye ihtiyacım vardı bugün
ve az biraz turuncuya,
sen istersen buna tuz basmak de yaraya...

evet sevgilim, 
evet!
yazmak için oturdum,
evet sevgilim,
evet!
yine yaralarımı kazıdım,
evet sevgilim,
evet!
artık çok yorgunum.

bir kez daha bir şiiri 
şairi gibi yazamadan
 yarım bırakıp gidiyorum...
biraz mavi 
az biraz turuncu 
ve çokça tuz bulmak için yarama
huzur(un)dan ayrılıyorum

Tanrı varsa!

eğer bensem!

eğer benimse!

eğer birse!

senden geçerek
ona varmaya gidiyorum...

eğer değilse sevgilim
evet! eğer değilse...
bir mum yak kilisenin birinde 
sen inandığın Tanrına
beni yanına aldı diye dua et
ve bir camiye git sonra koşa koşa 
ve bir namaz kıl sadece iki rekat olsun
ve dua etmeyi unutma

şükret ona sevgilim,
beni yanına aldı diye...
ve herkese söyle
sevgili kuluymuş de
ve ağla ardımdan
nasıl bilirdiniz diye sorarlarsa
bildiğiniz gibiydi de
bir de hep, iyi ki derdi de.
iyi ki;
 aldın onu yanına,
derken
gülümsemeyi unutma!





06 Mart 2011

Ruh Uyumsuzluğu



Bir sabahın erkeni uyanıp da ona gideceğimi hiç düşünmemiştim.

Ruhunun kırk yaşında olduğunu söylüyordu ve belli ki buna inanmak istiyordu. Onu dinlerken bunun bir ütopya olduğunun farkına varamadım. Evet, itiraf ediyorum insanları sadece seslerinden tanımak konusunda son derece yetersizim. O sabah, iki durak öncesinde inip, nefessiz kalıncaya kadar yürüdüğüm, o köprü altında karşılaşmasak ve ihtiyaca binaen yapılan kahve teklifinin, sevişmeye niyet vadesi çoktan dolmuş çekini kabul etmesem, onun imkânsız ruhunu bu kadar çırıl çıplak göremezdim. Yürürken konuşulan üç beş kelimenin önemsizliği birbirini takip etmeyen cümlelerimizde gizliydi.  İçilmeyecek bir fincan kahvenin kimsede hatırı kalsın istemiyorduk. Belki de o gün için birbirimize gösterdiğimiz tek özen de bu oldu.

Eve ilk o girdi. Üzerindekileri çıkaransa ilk  ben oldum. Tek bir bakışı ile çırıl çıplak kalacak kadar hevesli olan da bendim ya, neyse... Az önce avucumun içiyle kapattığım kapıya sırtımı dayamış, ellerimi popo hizamda kapı ile bedenim arasında sıkıştırmış, ondan gelecek davetkâr bakışı beklerken, beni ters köşeye yatırmak istercesine su ısıtıcısına uzanışını seyrettim. Sütlü mü? sorusu havada kaldı. Kafam kahvede değildi, onun bedeninde dolaşan ellerimi ceplerime soktum. Sade lütfen! Cevap da havada kaldı ya, neyse...

Günlerdir konuşmalar arasına sıkıştırılan, şehvet sinyallerin yer çekimsiz bir ortamda havada uçuştuğunu fark ettim. Kahvemden bir yudum aldım. Sonrası; karartı... boşluk... yıkım... Bütün bunlar olabilirdi. Neden o anda, o evde, onunla kahve içmem gerektiğini anlamaya çalışıyordum. Neydi bulmamı istediği? Neyi görmem için oradaydım... Kahvemi yudumlarken aklımdan geçenleri elemeye başladım. Bu değil... Bu değil... Bu da değil... Bu hiç değil... Bu olamaz... Bu... Ve baktı... O anda baktı. O bakışın tenimi yakan hızını ve delip geçen gücünü tarifsiz bırakan bir ürperti bedenimde dolaştı. Ona baktım. Al beni dercesine... Al beni... Kahvem üzerime dökülmese, akla ziyan bir bağırtıya ramak kalmıştı: Al beni...

Duymuş olmalı. Üzerimdeki gömleğin düğmelerini çözerken titreyen parmakları, bedenime uzanan bedeni, yüzümü örten nefesi... Evet, o bağırtıyı duymuş olmalı. Nefesimin sıklaştığı anda son düğmemi açan ellerini tuttum. Yanmış olmalı ki, bir nefes boyu daha uzaklaştı bedenimden.  Yapma, dedim. Bunu yapma!

Dudaklarının dudaklarımı yakan ateşini hissediyordum. Öpüştüğümüzden falan değil, bedenlerimizin, bir adamla bir kadın arasındaki en uzak mesafede, bir nefes boyu uzaklıkta duruşuydu buna sebep.  Ayağa kalkıp banyoya gittim. Bakışımla buğulanan aynada kendimi uzun uzun seyrettim. Gözümden yaş gelmiyordu ama ağlıyordum. Temizleniyordu içimde bir yer. Neresiydi, nedendi, neden bugündü bilmeden, farkına varmadan ben, temizleniyordum. Klozetin kapağını kapattım ve üzerine dizlerimi de toplayarak oturdum, arınıncaya kadar ellerim yüzüme kapanmış ağladım. Ruhumu akmayan o soğuk suların altında yıkadım.

Banyodan çıktığımda yirmili yaşlardaki cılız bedenine baktım. Çıplaktı, yataktaydı, vermeye hazırdı. Oysa al beni demiştim ona. Al beni...  Ruhunun kırk yaşında olduğunu söyleyen ve buna inanmak isteyen genç adama baktım. Onu dinlerken bunun bir ütopya olduğunun farkına varamadığımı söyledim. Gülümsedi. Öyle masum, öyle kırılgan, öyle istekliydi ki, eğilip alnından öptüm. Onun tişörtlerinden birini üzerime giyip yatak odasının kapısını üzerine çektim.  O almaya değil vermeye hazırdı ve ruhu ikisi arasındaki farkı kavrayacak yaşa gelmek için daha çok yol kat etmeliydi. Bir sigara yaktım. Salondaki pencereyi açtım. Dışarının soğuğunu yüreğimin ayazına katık edip, sigaramdan çektiğim uzunca bir nefesi içimde tuttum. Yoğunluğu ile avundum. Gideceğime hiç ihtimal vermemiş olmalı ki, bu süre içinde odadan çıkmadı. Kim bilir belki de, kor üzerinde bir sigara molasından sonra, hiç başlayamadığımız hayali keyfe döneceğimi düşünüyordu. Ya da yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. Kim bilir...

Kotumu ve çoraplarımı giydim, kalın altlı siyah botlarımı ve üzerime de boğazlı örgü siyah kazağımı. Siyah montumu elime aldım. Çantamı çapraz olarak omzuma astım. Kitabımı masanın üzerinden alıp kapıyı açtım. Eşikte bir kaç saniye oyalandım. Odanın kapısını açmasını mı bekliyordum? Evi göz ucuyla süzdüm. Güçlü bir nefes ile üfledim, avucumun içinde saklı olanı ona gönderdim. Bilmem aldı mı?

Dışarıda esen ve uğultusu duyulan rüzgarın bedenime, içime işlemesine ihtiyacım vardı. Yağmurlarda ıslanmaya hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştım. Asansörü kullanmadım. Hiç acelem yoktu. Bundan sonra zaman mümkünse olabildiğince yavaş aksındı. Merdivenlerden indim. Her basamakta bir kez daha eledim nedenleri... Bu değil... Bu değil... Bu değil... Bu da değil... Bu hiç değil... Bu olamaz... Bu... Ve o anda seslendi... Fısıltıyla ve korkuyla... Gidiyor musun, dedi... Hiç gelmedim ki, dedim.

Apartman kapısının üzerime kapanan ağırlığı sırtımda, rüzgarın öfkesi göğsümdeydi. O anda dışarıdaki soğuğu tanımlayabilecek bütün kelimeleri unuttum, adımı unutmaktı ya isteğim, neyse...

Kendi içimin yangınında kavrulan yüreğimi söküp atmak istedim. Belki de, kendimi kaybettirip, yüreğimi buldurmak içindi herşey, dedim. Yüreğime tutundum ve o köprünün altından geçtim. Otobüs durağına kadar yürüdüm. Dışarıda yağan yağmuru kendime yürek yası bildim. Otobüsün üst katında, pencere kenarına oturup, akıp giden hayatımı seyrettim. Sessizce teşekkür ettim. Rahmetine sual olunmazım bıraktı ağlamayı. Gülümsedi bulutların arasından. Canını bu sefer yakmadığına sevindim, dedi. Canımın yandığını belli etmeyecek kadar büyümüş müydüm? Gökyüzündeki kuşlara baktım, kanat çırptım. Başımı önüme eğdim, bilmediğim bir sokakta otobüsten inip, nefessiz kalıncaya kadar yürüdüm... Sanki hiç gitmemiş gibiydim...






21 Şubat 2011

Toprağını Toprağımla Bulama...

Karanlıkta oturmuş düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi adamın hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Aklına gelen ilk kadını aradı. Kadın belki de uzun zamandır aklındaydı. Çaldı telefon, ısrarlıydı. Açan olmadı. Bir daha aradı. Bir daha... Tam altı kere çaldı telefon. Uzun uzun... Acı acı... Telefonun her bir açılmayışına yüklenen öfke, kendini acıtan bir kor olup tenini dağladı. Elini yakan telefonu duvara fırlattı. Eli yanmaya devam etti. Yüreğine kadar dayandı acısı.

Kadın salonda oturmuştu. Karanlıktı. Düşünüyordu. Ne istediğini... Ne beklediğini... Ne için savaşmaya istekli, ne için artık yorgun olduğunu bulmaya çalışıyordu. Gece sabaha karşı dört gibi bir arka sokak, yağmurlu soğuk bir hava... Öyleydi kadının hali... Terkedilmiş gibi... Telefonu aldı eline... Altı cevapsız aramaya baktı. Ne kadar ısrarla aranmıştı. Oturdu koltuğuna elinde telefonu, arayıp aramamak konusunda kararsızdı, ya'sını düşünüp aradı. Telefon cevap vermiyordu.

Ev telefonu çaldığında, onun aradığını biliyordu. İsteksizce telefonu açtı.
- Uç de bana...
- ...
- Kaç de bana...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...
- Anlamıyorum...
- Neden susuyorsun...
- Düşünüyorum...
- ...
- ...
- Anlamıyorsun değil mi? Anlamıyorsun...

Kadının susuşu ölüm gibi zamansız, ölüm gibi acılıydı... Adamın yakarışları, yaşamdı. Adam kurumuş topraklarından filizlenen o ufacık umudu yaşatabilmek istiyordu. Hayır istemiyor, bunun için ellerini açmış çaresizce yalvarıyordu. Kadın susuyordu. Ölüm gibi susuyordu. Ölüm gibi zamansız. Ölüm gibi acılı...

Adam telefonu kapadı. Kadın telefonu kapattı. Kadın düşünüyordu. Adam muhtemelen kendiyle kavgadaydı. Telefon çok geçmeden gene çaldı. Kadın o olduğundan emin:

- Benim toprağıma yağma... Nereye yağarsan yağ ama benimkine yağma... (Sesi titremiyordu bile...)
- Kalabalıklarda yalnızım, kalabalıklarda yapayalnızım... Sadece koyun koyuna yatmaya ihtiyacım var. Sadece buna... Anlamıyorsun değil mi?
- ...
- ...
- ...
- Neden susuyorsun... Uç de bana... Kaç de bana...
- Kapatıyorum. Git yat hadi. Sabah konuşuruz. Daha çok konuşuruz seninle...

Kadın telefonu kapattığında, kendi topraklarındaki yalnızlığını düşündü. Uçsuz bucaksız yüreğinin içine sığacak onca şey varken, sığdırabildiği koca bir çöldü. Arasıra seraplar görüp vahalardaki palmiye gölgelerinde serinlese de... Sığdırabildiği koca bir çöldü. Kum fırtınası çıktığında bildiği bütün yollar kaybolurdu. Yeni yollar bulmak için öncülerini gönderirdi. Öncüleri, kollarıydı. Uzanırdı... Uzanırdı, ta uzaklara... Yol illa ki bulunurdu. Ayaklar yola tekrar koyulurdu.

Adamın sesi kulaklarından uzun süre gitmedi. Onun o telefonu kapattıktan sonraki yılgınlığını düşündükçe, içi acıyordu. Birine sığınıp uyumayı istemek, ancak yalnızlığın soğuk nefesini hissedince istenilen birşeydi. Ürkütücüydü. Biliyordu. Kaç gece o nefesi ensesinde hissedip, uyumadan geceleri sabahlara bağlamıştı. Anlıyordu... Ama bazen anlamak yetmiyordu. Toprağına yağmur yağmasını istemek gerekiyordu. İklim yağışa uygun olsa da, şartlar kuraklığa davetti.

Kadın, yatağına uzanıp adamın yalnızlığına sarıldı. Ses olup uçmak istedi adama, söz olup sarılmak:

Anlıyorum dedi... Anlıyorum ben seni ve çok istiyorum uçmanı ama konacağın dal ben değilim. Yüreğim susuz çöller gibi. Senin kurumuş topraklarında açan filizi gördüm ben, gördüm ve bir avuç su bile veremedim... Yeşermez... Yeşerip filizlenmez... Anlamazsın... Yüreğim susuz çöller gibi... Toprağını toprağımla bulama...

Sustu gece zamansız bir ölüm gibi... Sustu kadın... Sustu adam... Sustu yaşam...

16 Şubat 2011

Ayaz Vurursa Yüreğime





O geceyi anımsıyordum... Soğuk öyle bir işlemişti ki, damarlarımdaki kanın bile donduğunu iddia edebilirdim. Evet! O geceyi, anımsıyorum. Bulutsuzdu gece. Senin üzerindeki, beli ve kolları lastikli olmayan, ince trikodan düz örülmüş, yıkanmaktan rengi atmış, solgun lacivert kazağını; altına giydiğin dizleri çıkmış, günlerdir yıkanmamış izlenimi veren, üzerine neredeyse bir beden büyük gelen kanvas pantalonunu ve çıplak ayaklarını... Dağınıktı saçların, anımsıyorum. Ellerin büyüktü, onları da anımsıyorum. Ve ifadesiz bakışlarının üzerime çarpan oklarını hiç umursamayışını anımsıyorum, o bakışları ise hiç unutamıyorum… Bütün bu geri çağırış sana ve sana dair o gece ne varsa işte onlara. Ben yokum! Bir tek sen. Bir tek senin detayların… Anımsadığım ne varsa, sana dair.

Aklımda, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapakların var. Bir de 'devam et' deyişin. Neye devam etmem gerektiğini anlayamadığım bir sanrı sözlerin. Sesin; buğulu, uzaktan ve buyurgan… O geceyi anımsıyorum. Sesine, vurguna ve yılgın bedeninin hemen üzerinde ağırlaşan omuzlarınla o koltukta oturuşuna dair ne kadar ayrıntı varsa, hepsini. Krem renkli yüzü eskimiş koltuğun orta yerinde oturuyorsun. Elinde tuttuğun anların artık senin olmadığının bile ayırdında değilsin. Bana yalvaran gözlerinin, fersiz hallerinden anlıyorum: Sen! Bir tek sen bu geceyi, o açık camdan giren ayaza rağmen seviyorsun. Sana çarpıp, dalgalanarak çoğalan soğuk vurunca yüreğime, farkına varıyorum: bu gece sen kendinden uzakta olan bir sevdaya ellerini uzatıyorsun ve ben, sol gözünün hemen altında, sağ gözünün hemen altındakine oranla daha büyükçe olan göz torbana dokunan parmağımdan çok, o dokunduğum anda kapanan göz kapaklarından seni öperken buluyorum kendimi. Dudağıma değen kirpiğinin ucu olmasa, orada olmadığıma yemin edebilecek kadar uzağındayım. Yani aslında uzağında ve yine de oradayım. O odada. O camın hemen önünde, ayazla senin aranda: Yürekten bir kalkan.




Bir peçete üzerinde dağılan keçeli kalemin izlerinden ne çıkartırsın bilemem kendine, ama ben o geceyi, o gece olanları ve fersiz gözlerinin yalvaran haykırışlarını anımsıyorum. Kaldığım yerden yaşamaya devam ediyorum.
 

* ÜZERİNE

ayazdı gece...
ve ben;
kalem tutan ellerimle,
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin sadece ellerimle

ellerim ellerine değdiğinde
dinle yüreğimi
nasıl da meyl ediyor sana
nasıl da içli
nasıl da aksak bir ritmle

ve ben;
kalem tutan ellerimle
onlarca şey yazabilirdim üzerine
ve üzerine onlarca şeyi yazabilirdim teninin ellerimle
ve evet! aksak bir ritmle...

sonra bakardım gözlerine,
aksak bir ritmle titrerdi dudaklarım
iç burkan nağmeydi aşkın
bulutsuz gecelerimde

yansımazdı ışığım gözlerinde
ve sen, işlerdin ayaz gibi yüreğime

sana yazan ellerimi...
        ellerimi geri verebilseydin
                    sarabilirdim uzağında soğuğan bedenimi

hiç olmadı bir şiir yazardım geceye
ya da tek bir cümle;
                    sevmek, cesurca gitmektir bir yüreğin üzerine!





* üzerine , kazara yazarda yayınlanmıştır;

07 Şubat 2011

Oyun Arkadaşı

Koca bir çınarın gölgesinde, bir sokak arası... Bir araba zor geçer iki apartman arasından, öylesine dar. Çocuklar için oyun sahası o sokak. Demirli parmaklıklarla kaplı giriş katlarının camlarından çıkan etli sarma ve kızartma  kokuları karışıyor oyunlarına. Bir çocuk elinde topu ile geliyor mahalleye. Üç kız, boyaları dökülmüş kahverengi apartman kapısında kıs kıs gülüyorlar birlikte, fısır fısır dedikoduya başlıyorlar hemen kendi aralarında, seslerini bir tek kendileri duyuyorlar. Erkek çocukların duruşu değişiyor. Kabarıyor göğüsleri. Bir horoz dövüşünün başlama sahnesi! Hayat daha o yaşta bildik bir perdeyle açılıyor. Çocuk farklı; sarışın ve renkli gözlü. Kızlardan biri uzun at kuyruğu yapılmış, fındık kabuğu saçlarını savuruyor. O yaşça diğerlerinden büyük. Bir abla belli. Daha küçük olan sarışın kız, ağzından büyük sakızını çiğniyor, annesi görse yiyecek yine tokadı. Onunla yaşıt olan sessiz ve sanki biraz sinsi. Parmağına dolandırıyor eteklerini.

Bir iki laf atıyorlar birbirlerine. Oyun oynayacaklar ama az sonra kuracakları yakınlıktan eser yok kelimelerinde. Bir tanesi, hafif kilolu olan çocuk, soruyor: Kimlerdensin... Sana ne, diyor çocuk. Soğuk bir rüzgar esiyor. Kimse o rüzgara kulak asmıyor gibi gözüksede, yüzlerdeki tebessüm donup kalıyor. At kuyruklu olan, komşuya mı geldiniz, diyor. Yoo, burada oturuyoruz. Yeni taşındık, diyor ve gülüyor. Az önce esen rüzgarın buzunda üşüyen yüzler ısınıveriyor. Çocuk öyle çapkın bakıyor ki, kız başını öne eğiyor. Oyunlar başlıyor. Şen kahkahalar birbirine karışıyor. Herkes evine giderken birer ikişer, at kuyruklu kızla, yeşil gözlü çocuk o kaldırıma oturuyor. Anneler adlarını bağırıncaya kadar konuşuyorlar, çokça da kahkahaları karışıyor akşam ezanına. Günler geceler böyle geçiyor, akşam ezanları bir süre sonra eve giriş zili gibi geliyor. Okunmadan o kaldırımdan kalkmıyorlar. Adları onlarca ağaç dalına takılı kalıyor. Annelerin sesleri her seferinde mahallede koca bir tur atıyor. Koşarak eve giderken bile gözler hep birbirlerinde, tökezleseler de düşmüyorlar. İlk kıvılcımın heyecanı sarıyor uykuları. Yürekler pıt pıt atıyor.

Günler sonra çocuk elinde topu bir heves koşarak sokağa geliyor. Kızı göremeyince ortada meraklanıyor. Beklerken kırılan ümitlerinden desenler yapıyor toprağın üzerine ayakkabısının ucuyla. Kız uzaktan görünüyor. Çocuğun yüzünde kocaman gevrek bir gülümseme. Kız onu beklettiği için mahçup. Senin için geldim bu akşam, diyor çocuk. Annem izin vermedi komşular gelecekmiş. Ama ben yine de geldim seni görmeye, diyor. Oturuyorlar kaldırım taşına. Ellerini ilk defa tutuyor çocuk o gece kızın. Kızın kalbi duracak kadar hızlı atıyor. Havada uçuşan kelebekleri o anda saymak bile mümkün değil. Hepsi sokak lambasının ışığına doğru uçuyor. Çocuk yeşil gözleri ile süzerken kızın gözlerini, aklından geçiyor belli ki ilk öpücüğün hayali. At kuyruğunu savuruyor kız. Hissediyor havadaki öpücüğü. Tutup öpmek istiyor o hayali. Yeşil gözlerinin kaçırırcasına ayağa kalkıyor çocuk, gitmem gerek, diyor. Aniden. Hiç sebebi yokken... Kız hiçbir şey anlamıyor. Bir süre, çocuğun koşarak uzaklaşmasını seyrediyor. Havada asılı kalan öpücüğün  hayalini alıp, o da eve doğru koşuyor.

Günlerce sokağa uğramıyor yeşil gözlü çocuk... Kız kaldırımda oturup bekliyor... Hiçbir oyuna katılmıyor. Hiç kimseye onu soramıyor... Ne olduğunu bilmiyor... Sadece bekliyor. Elinde bir öpücüğün hayali, o bekleme sırasında, ilk kalp kırığını örüyor.

***

Kaç kez söktü kimbilir o kırığı, kaç kez yamamaya çalıştı deseni uymayan kumaşlarla... Kaç kez ördü yeniden, desen desen. Kırıklar her yağmurda sızlar demişti yeşil gözlü çocuk kıza, ellerini ilk kez tuttuğunda. Elleri acıyordu şimdi, elleri ile tutmasaydı o hayali... Fark etmeseydi havadaki kelebeği... Acır mıydı yüreği... Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuğruğu saçlarını. Tam da o sırada, bir adam geçerken yanından çarpıyor omzuna, adam pardon diyecekken, gözlerini görüyor kadın önce, yeşil. Gülüyor hayatın denkliğine, adama gülümserken affettiğine dair bir göz hareketiyle, Allahtan saçlarınız kahverengi diyor. Yürüyüp gidiyor gideceği yere, yüzünde çocukluktan kalma acı bir tebessümle.



görsel/vladstudio

04 Şubat 2011

Kuşlar(ım) Havalanıyor





Uzaklara...
Çok uzaklara gitmekti niyet, iklimini bilmediğim coğrafyalarda kaybolmak.
Ne çok oyalandım bu topraklarda şimdi ben.
Gitmek gerekti çok uzaklara gitmek.
Lakin yapılması gerekenler vardı hep el altında,
şimdi onları yapması gerekenlere bırakmak gerek.
İç sesimdi bu sabah beni dürten...
Kalk diyen...



Artık zamanıdır gitmenin, İç Sesimi dinlemenin...




30 Ocak 2011

Zor Olan




Bana koyu gelen bir sohbetin ortasındayız. Bir hayali paylaşıyorum sesli sesli... Anlatma bana böyle şeyleri, diyor. Bu yalnız bedene ne yaptığının farkında mısın..?  Beden yalnızlığına bulur bir başka bedeni, yürektir yalnızlığı giderilmesi gereken, diyorum.  O anda onun yürekle bir işi olmadığını da anlıyorum.

***

Derin bir boşluktan bahsediyordu geçtiğimiz günlerde H.Babaoğlu bir yazısında. Neyi başarırsan başar, neye ulaşmış olursan ol; aile, ev, araba, konforlu bir yaşam diyordu, hep o boşluk hissi. Yazıyı okurken de aynı şeyi düşünmüştüm. Ruhu beslemek yüreği beslemekle ilgili. Oysa kaçımız yüreklerimizi beslemeyi seçiyoruz. Geçtim beslemekten, kaçımız onun çığlıklarını duyuyor ve ona göre cevaplar arıyoruz. Oysa kafanı çevirip baktın mı sol yanında göreceksin niyelerini... Görmek istersen tabi!

***

10lü yaşların sonu, 20li yaşların başı bedeni keşfetme uğraşlarının tavana vurduğu yaşlardır. Karşı cinsin bedeni üzerindendir beğeniler. Olgunlaşmamış bireyin açlığa yüklediği anlam hep aynıdır: sevişmek doyuyur tüm açlıkları. Oysa insan bir bedenle sevişmez sadece. Beden bir araçtır.

***

Geçen gün Kazara Yazar'a yazdığım şu yazıya bir yorum geldi sevgili buraneros'tan

Aslında gayet anlaşılabilir ve kolayca izah edilebilir bir durumdur yazınıza bahse konu hal... "varolmanın dayanılmaz hafifiliğini" nasıl yorumladığınızla ilgili bir olmuşluk ya da olmamışlık halidir, kadınları kategorize etmek; ve bence insanın kendiyle ilgili bir sorundur. Kimileri gün gelir farkederler bir bedenden öteye gidemediklerini... kimileri öğrenemezler bir türlü "hayatın gerçek tadını" ... ve aslında insan durup baktığında kendine, isterse görür niyelerini...

***

Evet, gün gelir, bazıları bir bedenden öteye gidemezler ne yazık ki, ve kendi bedenlerinde çürüyen yüreklerinin çığlıklarını duyamazlar bir türlü. Bir olmamışlık, bir tamamlanmamışlık halidir üzerinde taşıdıkları. Uzaktan bile tanırsınız onları. Libidosu tavan yapmış budalaları!






* görsel:vladstudio


27 Ocak 2011

Satır Arası



Geçip giderken bırakılan bir mektubun satır aralarından...

bu aralar kalakaldı elimde karışmış bir yürek çilesi gibi kelimelerim. cümlelerim dağınık bir zihin örgüsü... 




15 Ocak 2011

Adi Herif(*)



"adi herif", ağlamalarının arasına sıkıştırılmış bir beddua gibi, yinelenerek ve her yinelenmesinde daha baskın bir nefrete eklenerek çıkıyordu ağzından: "adi herif"...

Konuşamayacak kadar sıklaşan iniltili hıçkırıklarına bir durak vermeyeceği her halinden belliydi, susuyordum. Resmi bir aracın arka koltuğunda, üstelik de şoförün gözü yolda kulağı bizde halinden bu denli rahatsız olmuşken soru sormadım. Sadece sustum. Ağlamasına sebep haller üzerine bir kaç olasılığı resmediverdi zihnim.

İlki:

Adam sonunda, karıma dönüyorum, demişti... Ve bunu hiç olmadık bir zamanda; sahil kasabasındaki dantel bozması naylon malzemeli tülleri eskilikten grileşmiş, bordosu ağırlaşmış kalın perdelerin dokumasındaki desenlerinde asılı böğürtüler arasında… çarşaflarındaki lekelerin, aynı yere defalarca atılmış olmasından belirginleşmiş sarılığında… loş ve basık lobisinde ağır bir sigara kokusuna karışan beklemiş ve kusulmuş alkolün yakıcılığında… dar girişli otelin 218 nolu odasında, teri kurumamış bir sevişme sonrasında… camdan görünen lokanta arkası çöpleri seyrederken söyleyivermişti.

İkincisi:

Aldıracaksın o piçi, diyivermişti... Kendi kurulu düzenine sokulan bir çomaktı sözü edilen piç. Şehvetli gecelerin, sorumluluk hissedilmeyen sabahlarına açılan pencerede adamın hiç istemeyeceği, yan gözüyle bakamayacağı bir manzaraydı; hamile bir kadın. Ve adam pencereyi kapatıverdi, camları bile kıracak bir hiddeti odada büyüterek. Öyle kuvvetli bağırdı ki, otel yerinden oynadı. Bir gece öncenin, alım, balım, peteğim buruşukluğu, tertemiz bembeyaz çarşaflarla henüz değiştirilmemişti üstelik!

Üçüncüyü kurmak üzereydim ki, onun fısıldayan sesi, dişlerinin arasında çıkmaya çabaladı. Adi herif, çıkış kapısının şifresi gibiydi. Her cümle öncesi dökülüp sonra gene yerine dönüyordu. Tükenmez bir adilik biriktirmişti içinde. Anlıyordum ama bu meseleyi o aracın içinde konuşmak istemiyordum. Aracı durdurdum, şoföre bir 10 dakika sonra gelip bizi almasını söyledim. Yolda yürümek akıllıca değildi, kabararak yükselen dalgalar habercisiydi gelecek felaketin. Bir ağaç altında, metal bir banka oturduk, soğuktu. Gözyaşları doluya bıraktı yerini.

Beni aldatıyor, dedi. Şaşırdım. Evli bir adamla birlikte olan bir kadının kuracağı cümlelerden biri miydi duyduğum. O zaten aldatmaya meyilli bir adam olmasa senle işi ne, diyecek oldum ama denize köpük eklemenin sırası değildi. Kadınların neden böyle bir yanılgısı olduğu üzerine düşünen kendimden suçluluk duysam da, o andan itibaren dinlediğim arkadaşımın değil, kendi sesimin tınısıydı. Son derece farkındaydım, olup bitenin, ve hatta zihnimin sinsi planının…

Kadınların, evli adamlarla birlikte olma halleri üzerinden düşünüp, güven duygusunu nerede sağlamlaştırdıklarını bulmayı isteyen yanıma söz geçiremedim. Artık düpedüz, o bankta oturmuş, kendimi, sadece kendimi dinliyordum. Arkadaşımın gözyaşlarına eşlik eden hıçkırıkları ve cümleye dönüşemeyen kopuk kelimeleri ritimli bir müziğin dalgaları gibiydi. O ses dalgası arka fonda devam ederken, kendi sesimi bastıramasın diye iyice kapandım kendime. Kendi kendime kulaklarımı tıkayamayacağım bir döngüye girmek üzereydim. Güven duygusunu bulmalıydım. Bir ilişkinin sacayaklarını bulmaya çalıştım. Güven, o sacayaklarından biriydi. Güven... O sacayaklarının olmazsa olmazıydı... Güven...

Onun sesi ile irkildim. Nasıl güveneceğim, dedi. Bunu derken beni sarsmasa farkına varır mıydım bilmem, yüzüme bakıyordu, bir cevap arıyordu. İçim, ulan daha önce nasıl güvendiysen öyle güven diyordu, hem de bağıra bağıra, öfkemin kaynağını biliyordum. Sırası değildi. Karısını senle aldatan adama, daha önce nasıl güvendiysen, işte aynen öyle güven... Diyemedim. Sadece baktım. Onun ona güvenmesini anlayamadım. İkinci olmaya razı kadınların aradığı şeyin güvenmek olmadığını sanacaktım ki, beni aldatıyor cümlesi vuruverdi yüzüme çelimsiz tokadını.

Araba bizi almaya geldiğinde, o elinde aldatılmışlığı, ben elimde bir sacayağı aldık arka koltuktaki yerlerimizi. Ellerimi tuttu, iyi ki varsın, dedi. İçimin onu dinlemeyen yanı sızladı. Yüreğimin ona bas bas bağıran yanı ezildi. Aklımın soruları uçup gitti. Omzuma yasladığı başında, güvenmeyi istemenin ağırlığını hissettim. Karısı hadi neyse neydi de, bir başkası güveni zedelerdi, ben bunu hâlâ anlayamasam da, hâl böyleydi. O adamın güvenilmez olduğu gerçeği ile yüzyüze gelemeyecek kadar inançlıydı. İnandığı sevmekse, sevmek güvenmeyi de ayrılmaz bir parça olarak kabul etmez miydi? Sevmek haline yüklediği anlam, güvenmeyi, gücenmeye dönüştürüvermişti. Gücenmişti, kırılmıştı, ama biliyorum kendini gene yapıştıracaktı. O adam, o ilk zamanda karısına rağmen yansıtabildiği 'bana güven, yanındayım'ı o kadına yaşattığı duyguya rağmen, gene, yine yansıtacaktı. Ve arkadaşım, dalgalı denizlerinin doğası gereği, taşıp taşıp durulacaktı. Yansımanın bir yanılsamaya dönüşmesi uzakta bir gün değildi. Ben bunu biliyordum, yaşayan bilirdi, okuyan da, duyan da, gören de bilirdi elbet ama, yaşayan hissederdi de... İçimde titrek bir yan, ofise çıktım. Masama oturdum, kaç saat geçtiğini bilmediğim süre boyunca, elimde sacayağım, düşüncelerimle “tut-kaç” oynadım. Bu benim bulduğum bir oyundu… Tut-kaç…

Akşama kadar durulmak bilmeyen düşüncelerim ve elimdeki sacayağımla çıktım ofisten. Kendi güven kavramım üzerine odaklandım. Kafamdan türkü çeşit cümle kurdum. Sildim, yeniden yazdım. Yıkıldığı âna gitti zihnim, içimden söylendim: 'işi gücü geçmişi kurcalamak, bir yara bulsun ki beslensin, aç kurt…' Ama bu sefer benle oyun oynamasına izin vermedim zihnimin. O tuttu ben kaçtım. O defter, orada, olması gerekenler ve olmaması gerekenlerle birlikte kapanmıştı. Birinci kadın olarak, ikinci kadına şunu söylemeyi çok istemiştim: ona nasıl güveneceksin, bana olan aşkını sana anlatırken, ve sen o aşka aşıkken… o sana bütün bunlarla geliyorken, senden çıkıp benim koynuma, benden çıkıp senin koynuna geliyorken, benim bildiğim bütün güvenmeye dair ânılar tek tek inceldiği yerden kopuyorken, sen ona nasıl güveneceksin...

Elimde sacayağım, tek başına arabama kadar yürüdüm. Arabayı çalıştırmadan önce bir süre, uzun bir süre ağladım. Silecekleri çalışmayan göz kapaklarımı kapadım. Sacayağımı camdan dışarı usulca bıraktım. Birine güvenmek beklemek demekti, kırılmak, dağılmak ve acı çekmek. Sacayaklarımdan birini daha geride bıraktım, köşeyi döndüm ve uzaklaştım. İnsan kendine bile güvenmemeli mi sorusunu yanıma alıp, radyoda çalan, Radiohead’in yumuşak sesine umutla eşlik ettim:









(*) Kezban’a ve Güven’e Dair / Bir Ömür Teşekkürle…

11 Ocak 2011

Bulmaya Direnmek


Bulmaya direnmekti benimkisi...





direnmek için şuradan
bulmak için buradan,

gitmelisin...






fotoğraf / bir kış günü gördüğüm

07 Ocak 2011

İyileşmeyi Yazabilmek



Deniyorum...
Dört yolu birbirine bağlamak benimkisi...
İyileşmeyi yazmayı deniyorum...
Bir dörtleme deneme.
İlki için buradan...
İkincisi için şuradan yol alabilirsiniz.





görsel / deviantart

01 Ocak 2011

Yola Tutunmak




buradan bir YOL var bana doğru...

oradaki ben umutlu,

burada kalanda hep bir hüzün kokusu.

her zaman güneş doğar,

bir düşün;

umuttan doğan daha parlak olmaz mı...
 
umuda yolculuk benimkisi,
 
bir kaç satır önce temize çektim geçmişimi,

bir sırt çantasına yükledim yüreğimi,

gidiyorum dediğimde gitmesini öğrenmek kaldı geriye.
 
onu da öğrendim mi,
 
sen uzaktan seyreyle...
 
bir el salla bana,
 
uzaktan!
 
sol elin olsun havada,
 
ve sağ elini sık içine,
 
yumruğun olsun gücün,
 
tutunduğun bir yumruktur çünkü geriye kalan,
 
biri senden gittiğinde.
 
oysa o seni de götürür gittiği yere.
 
seni, onu ve yüreğine değen ne varsa.
 
bir yumruktur onun da tutuntuğu
 
sol eli gözyaşını silerken...
 

31 Aralık 2010

Üzerine Yürek Pulu Konulan (Son) Mektup...



sevgili,

söylenecek onca sözün içinden, hep bilineni, defalarca söyleneni seçtim sana. seni sevmekle geçsin bir yıl daha. bir yıl daha bak gözlerime. bir yıl daha saçlarım dağılsın omuzlarında. sen bir yıl daha sev beni. bin yıl daha... seveceğim ben seni... hep, AŞKla...


Görsel

Üzerine Yürek Pulu Konulan Mektuplar - Hiç Tanışmadık Seninle



Sevgili Y.,

hiç tanışmadık seninle, ama ne çok tanıklık ettik anlara. mesela ağlıyorduk bir seferinde, sen belki aşka, belki ben bir arkadaşıma. hatırlar mısın bilmem, ben bir adama aşık olmuştum, sen de. ben bir şehirde, adam bir şehirde, sen bir şehirde, adam başka bir şehirde... uzaklıklar korkutur muydu ki bizi... sen ve ben, hiç karşılaşmamıştık ama aynı kaderi paylaşabiliyorduk işte. sen denizin kenarında bir bankta, ben dağda bir ağacın altında, ağlıyorduk gizlice. bir seferinde, giden bir adamın ardından ağlıyordun pencerenin önünde ve ben senin kendi pencerenin önünde olduğunu bilmeden, oturmuş penceremin önünde ağlıyordum sicim sicim, nedenini bile bilmiyordum, sadece bir şarkıyı dinliyor ve şarkının hüznüne eşlik ediyordum kendimce, günler sonra fark ettim, senin acındı içimi acıtan. o gün daha çok ağladım.

sevgili y., henüz tanışmadık seninle, hiç karşılaşmadık, ama hep tanıdık geldik birbirimize. bazen kafam bozuk olduğunda, bana yazdığın bir kaç satırı okuyup, düşündüm üzerine. öyle zamanlardı ki onlar, sanki sen ve ben karşılıklı sohbet etmişiz; sen susup dinlemişsin ve ben anlatmışım saatlerce, sonra sen oturup yazmışsın içimdeki soruların cevaplarını ve bırakmışsın masamın üzerine, ben okuduğum her bir satırda sarsılmışım, sarsılmışım titreye titreye, sen hiç bilmemişsin ama sarılmışım ben boynuna ve teşekkür etmişim yanımda olduğuna.

belki de hiç tanışamıyacağız seninle, ama paylaştıklarımızı düşününce, tanıştığımız ve hayatımıza aldığımız bir çok insandan daha çok sevip, daha çok anlayıp, daha çok dinleyip, daha çok anlatıp, belki bilmeden ve istemeden daha çok ağlatmışızdır birbirimizi. şimdi düşünüyorum da, eğer o ilk anlamsız yorum bırakılmamış olsaydı bloguma ve ben o yorumdan yola çıkıp da bulmasaydım izini, nasıl bulurduk birbirimizi... bazen en kötü anlar nasıl da güzelliklere çıkartıyor değil mi bizi. hep ol emi, kelimelerinle, seçkilerinle, yüreğinle... öpüyorum yüreğini, hep.




Sevgili Z.,

bir rüya gördüm.  anlatmazsam çatlarım dedim. unutmadan uzun uzun anlatayım da sen güle söve yorumla.

bir gece vakti oturmuşum bilgisayarın başında. salonda. taslakların arasında dolanıyorum, yolunu kaybetmiş çocuğun ürkekliğinde; karşıma çıkıyor  unutmak istediğim kelimeler. onlardan kaçarken, tanıdık gelen bir cümlede duruyor yürek, atıyor, heyecanla, herşey böyle başlamıştı çünkü, hatırlıyor ve gülümsüyorum. nereye varmak istediğimi biliyor, gecenin karanlığında daha önce geçtiğim o ara sokakları ayırabiliyorum sigara izmaritinin henüz sönmemiş ateşinde. uzanıp yere, bir nefes çekiyorum içime. ciğerlerim yanıyor gecenin karanlığında yataklarına uzanmış konuşan adamla kadını görünce, pencere sıcak hava nedeniyle açık ve perde havalanarak yana kaymış rüzgarın etkisiyle. farkında bile değiller, öyle büyük ki yangınları. durup seyretsem diyorum. aAnnemin ayıp demesi takılıveriyor, kulağıma bir sivrisinek vızıltısı eşliğinde. uUzaklaşıyorum koşar adım o pencerenin önünden, avucuma adamın 'yabancıyım tenime'  cümlesi batıyorken. koşarken karıştırıyorum yolları, bilmediğim bir parka çıkıyor adımlarım, ıssız ve karanlık, su birikintisine basınca anlıyorum, yağmur yağmış burada az önce. ne kadar uzaklaşmış olabilirim ki kuytularımdan... dönsem artık çok mu geç, gitsem bulur muyum ki yolu. aşka hüzün karıştı yazıyordu duvarda, mordu, fosforluydu, yüzümü öptü geçti.

uyandım. film gibi dimi. gene yazacağım. en kısa zamanda. ama ara verirsem, yani bir süre yazmazsam, haber alamadın diye meraklara kapılma. kendine iyi bak. 2011de güya başka diyarlarda olacaktık. dur bakalım. dualarımızı eksik etmeyelim. zamanı gelince diyelim ve gülümseyelim. rüyama yorumunu bekliyorum. seni seviyorum. herkese selam söyle. sarıl. öp. herkesi ayrı ayrı sevdiğimi söyle. nasıl da isterdim herkesle olabilmeyi. insan seyahat edebilse istediği anda istediklerinin yanına... ah ne cin fikirliyim ben. hadi mektubuma burada son verirken, büyüklerimin ellerinden, senin gözlerinden, sevgili s.nin yüreğinden. öperim.

bu yıl iyi bir yıl olacak geçip giden diğer yıllar gibi... bu da geçip gidecek çok şey bırakarak... çok şey öğreterek... çok güldürüp, çok düşündürerek... ama sanki daha az ağlayacağım ben. daha çok yüreğimi dinleyeceğim ve inanamayacaksın ama daha az konuşacağım bir yıl olma ihtimali bile var sanki. tamam tamam bir mektupta bile bu kadar laf ediyorsan deme. içimizden geldi yazdık. özle beni.







Üzerine Yürek Pulu Konulan Mektuplar - Beni Ona Götür



Sevgili U.,

canım arkadaşım,  çok olmadı, bir kaç zaman önce bir kum havuzunda oynarken ağlamıştık en son ve ben o zamandan beridir ne kum havuzunda oynuyorum ne de sokağa çıkıyorum. bilmem neden bu aralar sık sık, ve giderek çok daha sık gökyüzüne bakıyorum. aklıma her düştüğünde, senden bir iz bulduğum yerde durup öylece sana bakıyorum. o iz bir tek bende, bir tek bana, bir tek benim için kalsın istiyorum. yani anlayacağın seni kıskanıyorum. sonra ben bunu sana söylediğimde, sen özelsin diyorsun. bunu tüm kalbinle söylediğini biliyorum, biliyorum çünkü kalbin kendi dili var. anlıyor karşısındaki kalbi, iyiliğini, güzelliğini. bana demiştin ki bir seferinde, aklını bıraktığın kalbinde olduğun her an beraberiz. sana hiç yazmadım belki ama bil istedim, sen beni hiç incitmedin ve hep kalbimden öptün, iyi ki... orada kal, Onunla kal. minik m.yı öpmeyi unutma... öperim, AŞKla... hep.





Sevgili Ü.,

şimdi ben sana diyeceğim ki ey kadın nedir senin adın. sen saymaya başlayacaksın bildiğim ve bilmediğim ne kadar adın varsa. ve ben susacağım. ta ki yürek sesini duyuncaya kadar susacak ve bekleyecğim. saat 23ü vurduğunda ve bir kere değil ve belki iki kere de... tam üç kere vurduğunda duyacağım adını. bugüne kadar yazılmış tüm mektuplarımı sana adasam da, hiç biri ilki kadar gülümsetmeyecek seni asla. çünkü o satırlar adını bile bilmediğim ve inandığım bir yüreğe yürekten yazılmışlardı. kırık bir anı gülümseyen bir sabaha bağlamak adına. adın yok o yüzden bende senin. bir yüreğin var, bir de şiir okuyan sesin. sol yanına bıraktığın kalemini al eline ve dilek tut bu yıl için kendine. içinde aşk olsun sadece. soyun acılarını ve bırak hüzünlerini. sen ol sadece, öylece üryan kal kendine. AŞKla... hep.




Sevgili V.,

mektubunu aldım. okuduğum her satırda nasıl da sarsıldım. bazen hayatın acımasız olduğunu düşünürüm de, sana yapılanlar düpedüz haksızlık gibi. ama beni bilirsin ben, kötüye inanmam, o an belki ama sonrasını bielemzsin değil mi. ne olur yüreğini ferah tut, biraz sakinleş ve bekle. ben Tanrı'nın seni de gördüğünü biliyorum. bu acıyı çekiyorsun  ve bunun bir nedeni var mutlaka ki sen de bunu biliyorsun. daha sonra daha uzun yazacağım mutlaka. bu sadece o satırların ve hallerin üzerinden hemencecik sana sarılma telaşı. daha sonra sakin bir kafayla, uzun uzadıya yazacak ve sana son zamanlarda başıma gelenleri de anlatacağım. ee biraz merak et tabi. ama değecek inan. bir kere çok ama çok güleceksin. yeni yılda sana akıl sağlığı diliyorum, çünkü biraz daha kafayı takaraın bunlara sonunda ihtiyacın olan tek şey bu olacak. seni sevdiğimi unutma. istediğin zaman çık gel ve lütfen yılbaşı akşamı alkolü fazla kaçırıp kendini harap etme. en kısa zamanda görüşeceğiz. sevgili a.ya selam söylemesen de olur. aa hiç söz etmemiş falan de ki, kızsın. nasıl da yakışıyor o kısık gözler ona... evet burada attım kocaman bir kahkaha. kendine iyi davran artık ne olur. yüreğini ferah tut, onun da sağlığı önemli. ağlamaya beş vakit hazır asker gözlerinden öperim, AŞKla... hep.


Üzerine Yürek Pulu Konulan Mektuplar - Bir Ummandır Yürek Sevdalısına ya da Yalnızca Bir Dost Değilsin Ki Sen Bana ya da Kız Çocuğu



Sevgili S.,

mektubunu alınca öyle sevindim ki, hele de sevgili t.nin güzel haberlerini alınca... onun bendeki yeri bambaşkadır. ne de olsa ben onun senin kardeşin olduğunu bilmeden de sevmiştim. onun yaşadığı aşkın romanını yazacağım ben, hep aklımda. hep takılırdı ya bana; yaz kız şu aşkı. bir tek sen anlatabilirsin bir aşkı bu kadar güzel diye. selamlarımı iletirken, sevgilerimi de kat içine. bir de sarıl bir iyice.

sevgili s, can t., dost d. son mektubunda; UM-dukça UMMAN çeker insanı, Irmaklığını unutur bulur okyanusları. UMMAYA devam... yazmışsın ya, bir bilsen kaç kez okudum sözlerini. kaç kez sarıldım sana. hep böyle oluyor zaten, bir kaç mektup önce de bahsetmiştim. mutfak camından görünen karşı apartmanın salonunda dikiş diken teyze sensin benim için. o teyzenin kaş'ı görmediğine bahse girerim ve eminim ki asla ve asla bie cafe-bar işletemezdi, diyeceğim o ki taban tabana zıtsınız aslında, ama olsun ben ne zaman orada olduğunu fark etsem gülümsüyorum ona (sana). biliyorum tuhaf gelecek ama beyamca da hep sevgili t. gibi gelir bana. :) bazen ne şaşkın olabiliyorum değil mi? geçen gün laf atacaktım neredeyse her ikisine de. yani anlayacağın hep benimlesin(iz). öyle çok istiyorum ki bu yaz izmir'e düşen yollarda bir kahve içimlik sohbetlere denk gelebilmeyi...

can t., dost d., güzel yürekli kocaman s...m sen gelip geçtikçe büyüyor bu yürek, eğilip üfledikçe kanatlanıp uçuyor. hep uzat elini, hiç çekme nefesini. öperim sarılarak ellerini. ...hep.






Sevgili Ş.,

can dostum, bir yılı daha geride bırakıyoruz. her yıl için attığımız shutlara 13den sonra yenilerini ekleyemedik. yıllar arttıkça artan shutlar, yaşlar arttıkça azalmaya başladı haliyle. hani yazmıştın ya bir mektubunda,
Ömrünün yarısını aralıksız paylaşmışız ana baba ayrı kardeşimle bazen tatlı, bazen acı, bazen bol kahkahalı, bazen salya sümük ağlamalı... İnsanlar gelip geçmiş hayatımızdan, bir de şehirler ve hatta ülkeler; paydada biz vardık ya hiç kopamadık birbirimizden.
insanın arkadaşları vardır ve dostları... sen arkadaşımdın benim ilk başlarda ve dostum oldun zamanla. bugün geldiğimiz noktada seçtiğim bir kardeşsin bana. hep çok istediğin kızına sahip oldun geçtiğmiz yıl ve onun büyümesine şahit olmaktan çok gözlerindeki ışıltıya şahitlik etmekten mutluyum ben. yıllar çok olunca, içine sığdırdıkları da çok oluyor insanın. ben iyi ki diyorum, bir ömrün yarısına sığdırılmış bir yürekdaşım var benim şu hayatta. 2011de de sönmesin ışığın. hiç bu kadar güzel yansımamıştın. yüreğimsin, hep.






Sevgili T.,

sana hep kız çocuğu diyorum, bilmem bunda abinin de etkisi var mı? ama sen benim için de bir kız çocuğusun. kırılgansın bir kere ve öyle saf ki yüreğin. çizmek istediğinle çizdiğin, gitmek istediğinle gittiğin, sevmek istediğinle sevdiğin hep farklı olsa da sen yüreğince sarılıyorsun hayata. geçenlerde senin de dediğin gibi, herkesle yürünmez oysa yollarda. bunu bile bile yürümelere kalkıyorsun ya... arandığında bulunmaz bir yürek, asla. biraz nefes al, biraz durul, inan bana zamanı gelecek desemde laf dinlemezsin sen inatçı kurbağa. yürüyeceksin yollarda, elele, yürek yüreğe, yüreği yüreğince olan bir adamla ama yollara çıkıp da yol kesmekten vazgeçmelisin sanki bu ara. biz gibiler, sevgisi yüreğine fazla gelenler yani, hep daha çok yanılırlar hayatta. sen de düşe kalka yürüyorsun dans papuçlarınla ve inan bana öyle çok yakışıyorlar ki sana. hatırlamazsın belki ama bir gün demiştin ki bana,
Hepimiz yüreklerimizi teslim etmeye açız, ama bir yandan da kendimizi tümüyle teslim etmemeye and içmiş gibiyiz.
bu yıl boz bu andını, teslim et yüreğini kendine. önce kendine teslim et ki, gelip yüreğine yerleşsin bir adam 2011'de. öyle ki gitmesin bir daha. sen benim için, perilerin de elinin kalem tuttuğunun kanıtısın sevgili t., bu yüzden yazmaya da devam et.  ve bir perinin yüreğine bir prensin yüreğinin değeceği masalının henüz yazılmamış olmasındandır onlara inanmaman. masallara inan, periler masalların prensesleridir unutma. kanatların olmasa da olur, yüreğin var ya... kocaman sarılırım sana saçlarının çilek kokusunda, hep.



Üzerine Yürek Pulu Konulan Mektuplar - Bir Perşembe Günü




Sevgili P.,

benim seninle bir kavgam yok, diyorum. sense son mektubunda hâlâ üzerinden onca zaman geçmiş bir hikayedeki kendinden bahsediyorsun bana. büyüyorsun diyorum içimden, çünkü artık konuşamayacak kadar yıktık köprüleri, bir dahası mümkün olmayan bir yol bizimkisi ve ben senin için bile olsa yeniden inşa etmek ietemiyorum o köprüleri. ne olur anla beni. sen üzerinden geçmek istediğim bir cümle değilsin. ve altı çizilesi bir duygu da bırakmadın bende diyorum ama der demez cız ediyor içim. biliyorum altını onlarca kez çizdiğim bir cümlenin, akmaya devam eden duygususun sen. oysa ben o kanla acıtırdım kendimi, eskiden. evet, sen gülsen de bir eskim var benim, bir de şimdim. sen eskimde kaldın. gençliğimsin demem boşuna mı... kanatsa da kelimelerin yüreğimde değil ki sızısı, akmaya devam ediyor, anlayacağın artık sadece akıp gidiyor. sevgili g'ye anlatırken fark etmiştim yüreği çürütmemek gerektiğini. artık çürütmüyorum. sadece görüyorum. yaşanması gerekiyordu. Allah razı olsun diyorum sıklıkla, galiba bugünlerde senin anlamlandıramadığın kadar çok kendimin farkındayım. benim Allah razı olsunum,  iyi ki... sıklıkla iyi ki diyorum. senin (onun) gibi bir yürekle yaşadım ben o geçmişi. sen de atlacaksın biliyor musun, sen de yüreğinle üzülmeyi, beklemeyi ve düşlemeyi, bırakacaksın. öğreneceksin çünkü ve en önemlisi anlayacaksın. herşey zamanında değerli. ben demeyeli, benim demeyeli öyle çok zaman geçti ki, benim sandığım yüreği her düşlediğimde gülümsüyorum, onun ne yaptığını ise merak etmekten çoktan vazgeçtim. bilsem ne olacak ki, sevinecek miyim, yoksa egoma bak hâlâ unutulmazsın hazzını yaşatıp böbürlenecek miyim? ne için... unutulmaz bir aşka imza attım ben vakti zamanında... eee ne oldu, diye sormazlar mı adama... iyi ki deyip geçmeyi öğredim. bu yüzden ya sevgili p., seninle bir kavgam yok benim. 2011de yüreğinde büyüttüğün acıları biçmeni, yerine sevgiler ekmeni yürekten dilerim. dostlukla, hep.

kısa not: insanın dost edinmesi için tanışması gerekmediğini, bunun yanı sıra tanımasının değerini öğreten inatçı koç kadını, başa dikkat! biz en çok yüreğimizden yara alsak da başımızdan çıkar acısı...



Sevgili R.,

kaç zaman geçti senden haber almayalı. neden bilmem sıklıkla aklımda üniversite yıllarında yaptığımız o tren yolculuğu... düşündükçe, gecenin karanlığına ve sessizliğine teslim şehirlerin uzakta kalan ışıklarını yıldız yapıp kendimize, kayışını bekleyişimiz geldi de aklıma. gülümsedim. bilirsin tren yolculuklarını ne çok severim. sana bir adamdan bahsetmiştim ya, kelimeleri yürek sızlatan, gözleri kahve kokan... işte o adamla bir tren yolculuğu yaptık. süresi kısa, etkisi uzun...  anlatacak ne çok şey birikti gene. ah zaman hırzısı akıl, yüreğe bir yol verse... yazacağım gene daha uzun merak etme. sen iyi değilim deyince telefonda. dur dedim şuna bir süpriz yapıp iki satır mektup yazayım da sevinsin gariban mektubumu alınca... seviyorum seni. hallerini sen de yazsana bana. özledim senli zamanların porsuk kenarı simit bira günlerini. ne düşler kuruyorum bir bilsen yakın zamanlara dair. anlatsam sana onları. sen gülerek dinlerken, delisin kızım sen desen.  bilirsin en çok yolculukları severim ben, ve yolcu olmayı... saçlarımın kokusunda bir sohbetin soluğu olsun isterim, yanımdaki yolcunun omzuna gömebilmeyi kelimelerimi. biliyorsun değil mi, nasıl da özlemiştim sevilmeyi. böylesine hesapsızca... biliyorum anlarsın sen beni. böyle sevildiğimde ne kadar güzelleştiğimi tahmin edersin. gelecek hafta bir yerlere kaçalım diyorum, ağva mesela. seversin sen oraları. nasıl da gidivermiştik değil mi bir akşamüstü. bence bunu bir düşün. gördüğün gibi, sana yaşadıklarını unutturacak kadar çok şey biriktirdim ben geçtiğimiz aylarda. kızıyorum valla, böyle iyi değilim deyip deyip kapılarını sıkı sıkı kapatmana. yaz diyorum, bana iyi geliyor nereden biliyorsun belki sana da gelir. bir dene. iki satır yazıp mektubuma cevap vermekle başla mesela.  beni sensiz, habersiz, yüreksiz bırakma buralarda. güneş yüreklim, deniz gözlüm, asil meleğim. hem karşılaştığımızda sana öyle bir sır vereceğim ki, hemen iyileşivereceksin. bak valla, hadi yalancı oradan deme. ayıp olur şu garibe de. 2011de bir adam bul kendine. bak nasıl iyi gelecek ruhuna. seni, kararsa bile, o muhteşem ruhundan öperim. nasıl da garip eylediydi şu 2010 bizi. bak gör muhteşem olacak dönüşüşümüz. hadi seneye görüşürüz. ığğğ denmez arkadaşa... öperim.

Üzerine Yürek Pulu Konulan Mektuplar - Öyle Bir Geçer Zaman Ki...





Sevgili O. ya da Ö.,

2011de geldi çaldı işte kapılarımızı. sen açacak mısın bilmem ama benim ki hiç kapanmadı. ne tuhaf geliyor günler sonra yazmak, ne tuhaf yabancılaşmak kelimelere, seslenişlere ama gene de bir şekilde yakın bulmak kendini sahibini hiç görmediğin bir yüreğe. sen ben misin, peki ya ben sen derken, aynalarımızı kırışımız ve onlarca yıl daha lanetlenen yüreklerimizi yalnızlığa kaptırışımızı neyle açıklamalı bilmem.  sana yazdığım şu satırları buldum geçenlerde. yazılmış ve gönderilememiş onlarcasının içinden alıp okudum bir gece vakti. sen de okumak istersin belki diye gönderiyorum o  hallerimi sana. yüreğince olsun düşlerin ve gerçeğe dönüşsünler sen hazır olduğunda. sevgiyle, hep.

ne garip değil mi ilk yağmurlarda aklıma düşmen bir sevgili gibi, hatırlanman ılık bir gülümsemeyle. güneşin kızıllığından alıp saçının bir telini, bir bulutun griliğine yüklemek gözlerini. umarsızca kapını çalmak istemek bir gece yarısında, tık tık sesiyle irkilmeni seyretmek kapının ardından. sabahına uyumamış gözlerle gülümsemek kahve kokusunda, konuşulmadık bir şey bırakmamış olmak geride, elde elmalı bir kurabiye yarısı... sende.

bilmem ki öyle mi olurdu, bilmem ki buyur eder miydin içeri/ne. bilmem ki hiç aklına düştüm mü gün ortasında? mesela bir sokakta yürürken ve dinlerken huzurlu bir ezginin tınısını kendileğince, sıcak bir tebessüm gelip de yerleştim mi yüzüne? sevda değilim ki ben yüreğine düşeyim ama düşmüşümdür belki senin de bir yanına. belki bir gece vakti, hiç olmadık bir rüyanadır konukluğum. ne komik olurdu düşünsene, giderken bir dolmuşta, kalabalığa karışmış yalnızlığında düşüverse rüyan kucağına. telefona sarılıp da arar mıydın beni eskisi gibi, en olmadık zamanda.

bilsen ne zamandan beridir bir ağrı var sol yanımda. yağmurlar yağıyor akşamları, varlığının ayazında üşüyor yüreğimin dost yanı. sen sevgili değilsin ki yüreğime düşesin. ama düştün işte, emin değilim ki düştüğün yer aklım mı, yoksa aklımın almadığı yüreğim mi?

sana yazılmış ama gönderilememiş bir mektubun satır aralarında, belki de hissetmişsindir çok özlendiğini diye, sıkışıp kalan kelimeleri çıkarttım özenle bir gece vakti. bir gece vakti, yazdığın uzun bir mektubu daha kaldırdım sandığıma. yüreğim yüreğini çok sevdi diye, yalnızca bunun için bile hatırlanmalı değil mi gülüşün sesleri rüzgarlı bir akşam vakti. bir demet yabani sarı papatyayı az önce kopardım evin önündeki boş arsadan, evet yine senin için, senin sevdiğini bildiğim için. çocuk sesleri duyuldu yapraklarından. mektuplardan arta kalan kelimelerimle yazdıklarımı ekledim vazoya su niyetine, sarıları hiç solmasın çiçeklerinin diye. sana gönderilememiş onlarca mektubun satır aralarında dolaşıyor ellerim, karanlıkta yolunu bulmaya çalışan çocuk korkusu yüreğim pıt pıt atıyor. düşünüyorum, seni o mektubu okurken hayal ediyorum. eğer o anda düştüğsem aklına, yani öncesinde değil de, okurken... yüreğin değildir düştüğüm yer, korkma diyorum sana. sessizce, geldiğim gibi, öpüp yanaklarından, güneşin doğuşuna ekliyorum saçlarını ve bir bulutun maviliğine gözlerinin ışıltısını. suya bırakıyorum özlemimi ki baktığında yansıyan, yüreğince sevgim olsun. sessizliğin içinde büyüyüp giden duygular neyi anlatıyor bugünlerde sana... benim duyduğum derin bir çığlık, buzların kırılma noktasında.

30 Aralık 2010

Üzerine Yürek Pulu Konulan Mektuplar - Bir Kuzunun Seslenişi




Sevgili N.,

şimdi ben yazacağım sana sayfalarca, anneemmm diyeceğim arasıra. sen kuzuuummm diye ses vereceksin biliyorum her seferinde. sesinin en sevecen tonu olacak duyulan. zaten bir gülüşünün tonu var bende uçuk lila, bir de sesinin; boncuk yeşil. bir balkonda içilen bir şarabın bordo kırmızı lezzetinde uzayıp giden bir telefon konuşmasında da dediğim gibi: sesin hiç üşümesin isterdim. hiç titremesin böyle soğukta. ve hiç bilme sen bir ayrılığın acısını. ne çok benziyor hikayemiz değil mi dediğinde, benzer bütün hikayeler birbirine demiştim sana. benzerdi işte; koyu kahve bir yürek burkulması, benzer uykusuz geceleri getirirdi mavi bir gözyaşı eşliğinde. gözyaşı hep eşlik ederdi kelimelere. kelimeler al al olurdu. okudukça gözler yürek çanağı. ne kadar uzaktan ya da ne kadar yakından, yani nereden okunduğu önemli mi ki annem, yüreğe değdiği yerden gelir kokusu kırgınlığın. sarı katran bir buğu havalanır, yakar boğazını. geçen gün önünden geçerken, kıyı balıkçısının fenerinde gördüm asılı kalmış kahkahalarımızı. gülümsedim be annem. gülümsedim kadersizliğe. ama geldiğimiz nokta da bizim kaderimizmiş işte. gözü yaşlı bakarsan, bütün yıldızlar kayar demiştin ya... ben de geç kaldım diyorum sana, bari ne olur sen geç kalma. 2011de sadece bir arpa boyu yol gitsen dahi, karşına çıksın yüreğini anlayacak adam gibi bir adam, ama olsun yüreği kocaman. özledim be annem balkon sohbetlerini, buzsuz rakı içip, saatlerce konuşmayı özledim. güzel yüreğinden öperim iyikim. güzel geçsin geri kalan günlerin... dostlukla, hep.