08 Mart 2012

YARIN YOK!



Bazılarımız için yarının bugünden bir farkı yok... 
 Bazı kadınlar içinse ne dün vardı, ne bugün olacak... 
 Ve bazıları yarını hiç yaşayamayacak!



Vefa



Nerdesin diyor yüzünde kızgınlıktan çok mutluluk ifadesi ile doktor hanım... O anda dönüp kapıya bakıyorum, gözleri yaşla dolu bir genç kız. Henüz 29'unda. Kalbinin atışını oturduğum muayene masasından bile duyuyorum: Gözleri nasıl da ağlamaklı.Telefonumu bırakmıştım diyor genç kadın. Ulaşamadık diyor doktor. Heyecanla Doktor Bülent aranıyor, hasta geldi diyor Dr. Nimet; sesindeki umut, coşku sürekli dinlemek isteyeceğiniz mutluluk melodileri sanki. Gülümsüyorum adını bile bilmediğim kadına, o anda orada olmakla, bir insanı tekrar hayata döndüren bir haberin değerini keşfediyorum. Hayata daha bir sıkı tutunmak gerek, görüyorum. Şükrediyor ve gökyüzüne bakıyorum.

Hastaneden çıkınca, uzun zamandır tanış olduğum şimdilerde yüzünü pek de görmediğim abibin arkadaşına uğruyorum. Her zaman yemek yediği yerde denk geliyoruz önceden tahmin edildiği üzere. Üç beş kelimenin belini kırıp, bir çorbanın tadına varınca hadi gel diyorum konuşalım birazcık. Mesele büyük... Beni aşar ama ucundan kıyısından tutmak lazım bazı dostlukların. Bazen bir tutkal olmak hayatta. Kendini hayata tutturacak tutkalın kendine yetmese de bazen başkası için denemek gerek bir kere daha...

Yola çıkıyoruz, arabayı yerleşkenin dışındaki köy yoluna sürüyorum. İlk kasabadan çıkarken konu hala aynı; havadan sudan, oradan buradan. Bir amca el ediyor. Aniden durduruyorum arabayı. Amcaya soruyorum: nereye... İrfaniyeye gidecekmiş, Az ilerde bir köy. Vaktin var mı diyorum, var diyor. Amcayı alıyoruz arabaya. Sohbet dönüp dolaşıp, iyi yüreklere geliyor. Çocukların onu bırakıp gittiğinden dem vuruyor. Köyde toprak çok ama bakacak yok diyor. Anlamadığımız bir dilden konuşurcasına devam ediyor. Vefa kalmadı diyor. Toprağa vefa kalmadı ki, insana olsun. Az ilerde durun da köy kahvesinde bir çayımı için diyor. Sonra uğrayalım diye söz veriyoruz. İşe geç kaldık.

Dönüş yolu açılıveriyor konu: Vefa. Yüreği kırgın belli. Nasıl tekrarlayarak anlatıyor olanı biteni. Safraların atılmamış diyorum. Akşama içmeye karar veriyoruz. Bir kaç telefon görüşmesi ile artık on kişiyiz. Salaş balıkçıda buluşulacak. Keyifle yerime dönerken amcanın sözleri çınlıyor kulaklarımda: Toprağa vefa kalmazsa insana hiç kalmaz...

Merdivenleri birer birer çıkıyorum.Kafamdaki işleri yerine koyduğumda odamın kapısında bir not fark ediyorum. Vefasız. Kaçıncı gelişim. Bu son haberin olsun. Kaderin bana ulaştırdığı nota gülümsüyorum.


Ocak/2010




görsel / buradan

07 Mart 2012

Geceyi Bölen Ses




Oturduğum masadan geceyi seyrediyordum göz ucuyla, bir eli işte bir gözü alacalı karanlıkta olan gözlerim ve  yorgun parmaklarıma söz geçiremememin suçunu günün yorgunluğunda arıyordum. Gaipten gelen bir saksafon sesi, dinmek bilmeyen arayışımın sesi gibiydi: biraz hüzünlü biraz buğulu bir ağlayış...

Kafamı sesin geldiği yöne doğru uzattım. Yer yer erimiş kar, yarı çıplak toprak ananın üzerindeki tülden bir gecelik gibiydi... Ve toprağa değdi değecek bir sis, hevesli bir öpücüğü çağrıştırıyordu... Bu haliyle sese eşlik eden görüntü: biraz hüzünlü biraz ürkek bir bakış gibiydi...

Boş bir amfi kimin hatrına gelirdi; biraz hüzünlü, biraz buğulu ve biraz ürkek bir yürekten başka... Saksafonun sesi yankılanıyordu alaca karlı bir bahar erkenini müjdeleyen havada... Kızın gözleriydi buğulu olan, saksafonun sesiydi hüzün... Yüreğini bulamamış bir sis bulutuydu kızın gözleri... Aşkını arayan bir ağlayışın ürkekliğiydi gecemi bölen... İyi ki!










  görsel / buradan

02 Mart 2012

EL İZİ - İZBİR

Her öykünün bir başlangıcı var... Bu öyküyü baştan okumak istersen: İzüç


İzbir (Ayşe)

Kliniğe röportaj için gittiğimde heyecanlıydım. 45 yaşlarında, oldukça yakışıklı sayılabilecek bir adamla karşı karşıya kaldığımda, ellerim buz kesti. Fotoğraflarından çok daha etkileyici, bakışları teskin ediciydi. Arkada topladığı saçları kırlaşmıştı öyle sanıyorum ki omuzlarına kadar uzundu. Güçlü, kendinden emin bir görüntüsü vardı. Üzerinde dar kesim, açık renk bir kot, ayağında boyası yer yer silik devetüyü deri bir postal vardı. Mavi iri kareli gömleği ile aynı renkte olduğunu geç fark ettiğim gözlerine uzun süre bakamadım. Göz göze geldiğimizde, bakışlarında üşüdü bir yanım ve bir yanım ısıtması için ona adeta yalvardı. İnsanı kendine çeken garip bir gücü vardı gözlerinin; yaklaştıkça yaydığı enerjiden duyulan korkudan kaçmak için gene dönüp dolaşıp ona sığınma isteği uyandıran derinlikleri…

Daha önce kimse ile görüşmeyi kabul etmeyen adamın kilitli kapılarını açmak için niçin sesime ses verdiğini ve beni seçtiğini içten içe çok merak etsem de, ona bunu hiç sormadım. Hoş geldiniz derken uzattığı yedi kara kaplı defter, öylesine yıpranmıştı ki, orasından burasından sarkan kâğıt parçacıklarının sararmış ve yırtılmışlıkları, o güncelerin sonsuz kere okunduğunu anlatıyordu. Günceler; 1960 – 1971 yıllarını anlatan yürek izleriydi.

Odada yalnızdık. Kameraya izin vermemişti. Sadece bir teyp: Konuştuklarımızı, o izin verdiği sürece kaydedebilecektim. Onur anlattıkça, onun parça parça olmuş hafızasını teyelleyişinin üzerinden geçiyordum dikiş tutmayan yama parçalarımı. Kendimle sorgumun boğuşmasında asılı kalıyordu zaman.  Yamalarım acıyordu. Oda giderek soğuyordu. Her kelime, yürek derecemde eksi bire karşılık geliyordu. Kelimelerimin tutukluğunu yüreğimin sıfırın altında bile atmaya çabalamasına bağlıyor, büyümüş gözlerimi ondan sakınarak bir sonraki soruya geçiyordum. Elim kalem tutmuyordu. Bildiğim bütün sözcükler sözleşmişlerdi. Kaçmak istercesine bir araya geliyor, buldukları güçle kanatlanıp kliniğin havalandırmalarında sıkışıp kalıyor, oracıkta ölüyorlardı. O anlatırken, yazamıyor, yaşıyordum. Bir tanıdığım kendine ait olmayan bir sözü sıklıkla yinelerdi:  İnsan ya yaşar ya yazar dediğindeki tepkim; ben hem yaşıyorum hem de yazıyorum, desene şanslıyım olurdu. Ben, bunları diyen genç kadının kendine duyduğu güven duygusunda saklı olan o gücü geri istiyordum. Farkında olduğum bir şey vardı, çok netti, tartışmasız olarak diyebilirim ki, böyle bir duygusal karmaşayı ben ilk defa yaşıyordum, kalemim ilk defa yazamıyordu.

İntiharı düşündüğünü, ama bunu yaparsa çektiği ve çektirdiği acıları unutacağı için adil bulmadığını, son nefesine kadar hesaplaşması gerektiğini söylerken titremeyen sesinde baskın olan suçluluk duygusunu gizlice çekip çıkartmak istiyordum. Yarattığı ve beslediği korkunç canavarın, başka canavarların da beslenmesine sebep olduğunu bildiğim halde, donuk yüreğimi ısıtan bir acıma duygusuna engel olamıyordum. Onu ondan kurtarmak istiyordum. Annesi gibi o da, suçlunun peşindeydi. Kendi kuyruğunu yakalamaya çabalayan yavru köpeğin gözlerindeki bakışa büründüğünde mavilik, ellerimi uzatıp gözlerini parmak uçlarımın zarafetinde kapatmak istedim.

Biliyorum ki, akşamsefalarının kendi içlerine kapanışındaki ürkekliğim olmasa, uzanırdı parmaklarım. Düşüncelere dalan beynimin kıvrımlarında, hızına erişemediğim bir düşünce cevabını arıyordu: Bazı insanlar, bütün kötülüklerine rağmen huzurlu bir ölümü hak edecek kadar masum olabilirler miydi?

Onur annesini en son görüşünü unutamıyordu.  O sabah evden çıkarken, gene o koltukta oturuyordu. Asılsız olduğunu ısrarla savunduğu suçlamaların onu bu hale getireceğini bildiğinden belki de, Onur olanı biteni duymaması için çok çaba harcamıştı. Ama komşular… Ah o el kadar uzak, el kadar yakın komşular, yetiştirmişlerdi her bir şeyi de bire bin katmasalardı bari. Polis o sabah erkenden geldiğinde, Onur yatağının kenarında oturmuştu; lacivert takım elbisesi, sanki az sonra işine gidecek olan bir iş adamının şoförünü bekliyor hissi uyandırıyordu. Aldığı eğitime bakacaktı insanlar, çalıştığı kurumdaki konumuna, inanamayacaklardı. Arkadaşları ne çok şaşıracaktı. Hiç biri için tuhaf bir adam değildi ki Onur. Nerden bilsinlerdi ki, onun evden çıkmadan önce her sabah saatlerce sabunlandığını.

Annesi, o koltuktan hiç kalkmadı, Onur’a sarılmadı. Tek bir laf etmedi. Onur, başı önünde adım adım çıktı evden. O koltuğa bıraktı gözlerini, yüreğini, yaşamak sevincini. Sahi en son ne zaman sevinmişti. On iki yaşını hatırladı. Ahmet’e inanmak isteyişini… Garipliğine rağmen o dokunuşun şefkat olmasını dileyişini… Yüzündeki umudu.

Sonra kucakladığı çocukları düşündü. Yüreğinde bir yerde yaptığı yanlışı çok iyi bilmesine rağmen onu durduracak süper kahramanı kendi içinden çıkaramayışına duyduğu öfkeyi alıp yanına, koyuldu karanlık geçmişinin sorgu odalarına.

Onur’un ne mahkemesine ne de sonrasında ziyaretine gelememişti annesi. Annesinin güncelerini hapislik günlerinin ilk zamanlarında, onu yalnızca bir kez ziyarete gelen Ayşe vermiş: İçimizdeki öfkeyi, iyiye ve güzele yöneltmek onurlu bir seçimdir” yazan bir kartla. Eski yüzlü geri dönüşüm kâğıdına özensizce karalanmış gibi bir el yazısıyla yazılmış kartı bana da okuttu. Ama duvarında asılı kalmasını istediği için veremeyeceğini ama istersem bu sözü kullanabileceğimi belirtti. Her sabah uyandığında önce kendine günaydın deyip, sonra bu karttaki yazıyı okuduğunu söylerken, seçimlerinden duyduğu pişmanlığı okudum satır satır. Onur annesinin yazdığı kampanya metnini de ilk defa o güncenin arasında görüp okumuş. Ayşe, annesinin çürümüş geçmişine sünger çekmek istemesinden bir yıl sonra oğlu hakkındaki suçlamaların ardından geçirdiği kalp krizinde evde tek başına öldüğünü söylemiş. Komşuları gelen ağır kokulardan şüphelenip polis çağırmıştı da, Hatice Hanım’ın çürümüş bedeni kahverengi koltuktan kahverengi toprağa ancak öyle ulaşabilmişti.

Yaklaşık bir saat süren konuşmamızı; üç çocuğa cinsel taciz suçlamasından aldığı on yıllık cezanın sonunda, kendi isteği ile yaklaşık beş yıldır kalmaya devam ettiği klinikten çıkmak isteyip istemediği sorusuyla bitirmek istedim. Kanımı donduran da işte o cevap oldu. ‘Bu klinikte kalmalıyım. Ben çocuklar için hâlâ tehlikeliyim.’

Çocukken düşlediği, annesini kurtaran süper güçleri olan kahramandan, çocukların yüreğine korkular salan bir canavara evirilen öyküsünü onun sesinden dinlemenin yarattığı daralmayı saymazsak, yüreğimin dayanıklılık gösterisi son derece başarılıydı. Ama daha fazla dayanacak gücüm kalmamıştı, oracığa yığılmasını istemediğim bedenimi ayakta tutar belki diye, yüreğime uzanan elimi anne-babamın ellerinin sıcaklığında ısıttım bir süre.  Ayağa kalktığımda titreyen ayaklarıma yürü komutu verdim. Sert bir komutandım.

***

Oradan ayrıldığımda donan kanımı ısıtmak için aldığım kahvenin dumanında okudum güncenin altı çizili yerlerini, alelacele ve özensiz, düşünemeden ve durmadan sayfaları çeviren parmaklarım; boğulmak üzere olan yüzme bilmeyen bir yetişkinin çırpınışlarını andırıyordu. Bir soluk yetmezse, bir rüzgâr eser deyip camı araladım.

Onun suçu değildi, benim suçum değildi… Peki, kimdi suçlu. İlk suçu işleyen kimdi?

Geç de olsa öğrenmiştim, bir çocuğun anne sütünden sonra ihtiyaç duyduğu şey; karşılıksız sevgidir ve eğer güvenmesini öğretebilseydim, ona en değerli hayat hazinesini verebilmiş olacaktım. Ben kötü bir anneyim. Oğlumu kendi düştüğüm tuzağın üzerine ittim. Kapana sıkıştığını bile fark etmedim. Sevgisizdim, sevgisiz kıldım. Korkmadan bir kez bile dokunamadım.

Onura en büyük kötülüğü ben yaptım, şimdiyse yüzleşmek için cesaretim yok. Onurum diye sevemedim. Onursuzum oldu.

Bu lanet koltukta öleceğim. Buraya gömün beni. Buraya gömün içimden söküp atamadığım nefretimin gölgesinde çürüsün tenim.

Onurum… Onursuzum… Oğlum…  Silemedim üzerimizdeki ellerin izini… Bari sen affet beni.

Öğrendiğin ilk sözcükle vurdun hem kendini, hem beni… Senden kalan izler, elinden olmasın isterdim. İçindeki canavarı nasıl da göremedim. Tohumun bozuktu be annem. Tohumun bozuktu senin.

Bugün ölmek için güzel bir gün – cezan kesinleşti. Oysa inanmıştım, yapmadım dediğin her seferinde, ben sana inanmıştım.

Sana hiç dokunamadım, beni affedebilecek misin? 


Onurum, oğlum... Sana annelik edemedim. Beni affedebilecek misin? 

Onur aldığı ilaç ve psikoterapi ile epeyce yol kat etmiş olsa da, kendine hâlâ güvenmediğinin göstergesi olan cümlesi, yazıyı kaleme alırken bile ilk çıkışındaki yoğunlukla kulaklarımdaydı. Ben çocuklar için hâlâ tehlikeliyim.

Yazı İşleri Müdürü’nün de katkısı ile Onur’un üzerinde kalan ellerin izini takip etmeyi istedim. Onun bıraktığı el izlerini… Bir ikisine ulaştım ama röportaj tekliflerimi kabul etmediler. Yazıyı yayın için hazırladıktan sonra, son bir kez Onur’u ziyarete gittim. Annesinin ölümünden bir yıl evvel hazırladığı kampanya metnini röportajın sonunda kullanmak istediğimi söylediğimde bir an durdu. İzin vermeyecekmiş gibi gözlerini kısıp yüzüme baktı. Başını salladı. Yanıtının olumsuz olduğunu hissetmemi istemezcesine yavaş. Sol elimi, güçlü avuçlarının içine hapsetti. Nasıl bir güven duygusu; ılık… dolaştı tenimde. Sağ elinin avucunda sol elimin avucunu görecek şekilde tuttu, gözlerime bakarak, özenle bastıra bastıra, mürekkepli bir kalemle yazıyordu. Elimi, dudaklarına yaklaştırıp, üfledi, gözlerini gözlerimden hiç ayırmadı. Sonra elimi defterimin üzerine bastırdı. Terleyen elimin izinde, kara bir satır vardı:

Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir.


***

5 gün süren yazı dizisinin yansımaları, basında çıkan tartışmalarla daha da büyüdü. Yazı dizisinin görselinde, Onur’un defterime bıraktığı elimin izini kullandım, iz sözle birleşmiş oldu. Tacize uğrayan bir anne olarak Hatice’nin güncesinden bölümlerle başladım, üçüncü gün Onur’un sonradan telefonla izin verdiği kampanya metnini tam sayfa girdim.



MAYIN

Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde.  Bir çocuğun sessiz çığlığı yansıyor gözlerinde.  Nasıl bir çığlık ki sağır ediyor - duymuyor artık hiç kimse, görmüyor, görmek istemiyor.  Çocuklar ağlıyor içlerine... suç belki de bendedir diye.  Ah! Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde.


DOKUN/MAYIN
Oysa dokunun çocuklarınıza, sevin onları, sahip çıkın, derdim ben... Dokunmanın okşamak olacağını, sevmenin sevişmeye dönüşeceğini ve sahip çıkmanın sahip olmak olarak algılanacağını hiç düşünememiştim.

DOKUN/MAYIN
Gene de diyorum ki; dokunun çocuklara, okşayacak kadınlarınız var, sevin çocukları sevişecek kadınlarınız var, sahip çıkın onlara, sahip olacağınız kadınlarınız var. Çocuklardan uzak durun okşarken, sevişirken ve sahip olurken.

DOKUN/MAYIN çocukların tenine, becerebiliyorsanız yüreklerine DOKUNun sadece.

Onur’un kendi kaleminden günce notları; bir çocuğun gözünden tacize uğrayan çocuk yüreğin, kendini aklama ve yaşadıklarını normalleştirme çabasıyla tacizciye dönüşmesini bir tokat gibi vurmuş olmalı ki yüzlere, son bölümde yayınlanan röportaj yüzlerce yorum aldı.

Bir yıl sonra, yılın röportaj ödülünü almak üzere kürsüye çıktığımda, bu ödül bir el izinin yüreklere kazınmasıdır dedim ve alkışlar arasında o günden sonra ilk defa karşılaştığım Onur’u kürsüye davet ettim. Saçlarını kısacık kestirmişti, gözlerinden yayılan güven duygusu güçlenmişti. Onu gören birinin bir zamanlar içinde bir canavar beslediğini düşündüğünü hiç sanmıyorum. Onu görenlerin, özellikle de kadınların âşık olmaları için yeterli sebepleri vardı, görüyordum. Onur konuşmasını, Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir, sözüyle bitirdiğinde salondakilerin yüreği ikiye bölünmüştü. Bir yanları onu zindanlara atıp cezalandırıyor, bir yanları sevgiyle kucaklıyordu. Onur’la göz göze geldik, o geceden sonra da bir daha hiç görüşmeyecektik.

Onu kliniğe bırakmayı teklif ettiğimdeki gülümsemesi mi yoksa arabadan inişindeki bakışı mı bilmiyorum ama o gece Onur’dan bir şey daha kaldı yüreğimde saklı, düşündükçe içimi ısıtacak bir şey. Klinikteki doktorlardan birinin yürüttüğü çalışmada, gönüllü konuşmacı olarak yaşadıklarını anlatıyordu. Gerçek hayatta çocuklarla baş başa kaldığında, içindeki canavarın ortaya çıkmasına engel olamayacağından korkuyor ve bu nedenle de klinikte ölünceye kadar yaşayacağından bahsediyordu. Sesi, tüm katılıklarından, kavgalarından arınmıştı, uysaldı. Titremiyor, kesintiye uğramıyordu. Tane tane anlaşılır bir ses tonuyla konuşuyordu. O konuştukça, huzur her yanı kaplıyordu.

Kliniğe giden son dönemeçteki ağaçlı yolda arabanın hızını iyice düşürdüm. Sohbetin bitmesini istemiyordum. Hatta… İçimde kabaran etkinin geçmesi için camı açtım. Rüzgâr hafif hafif esip dinginleştirdi ikimiz arasında değişmekte olan havayı. Kliniğin önüne geldiğimizde, arabadan inmeden hemen önce elimi tuttu, gözlerim yandı, kafamı kaldırıp bakamadım. Öyle bir bakış… Hissediyordum. Kafamı usulca kaldırmak üzereydim ki, aniden beni öptü. Dudaklarımdan alevler yükseldi. İlk defa bir kadını öptüm, dedi. Kısa ama yangın yeri bir öpüşün ardından arabadan indi ve hızla uzaklaştı. Merdivenlerin orada, ışık sırtından vurduğunda, malikânesine girmek üzere olan bir prens kadar asil görünüyordu. Asil ve güçlü… Demir kapıyı saran şeffaf cama dayadı elini. Nefesinin buğusunda izini bıraktı ardında. Gözlerimi kapadım. Yüzümü onun ellerine yasladım. Saçlarının kokusu rüzgârın kanatlarında saçlarıma dolandı. Arabanın bütün camlarını açtım. Kokusunun üzerime sinen maviliği dağılana kadar arabayı hızla doğuya sürdüm. Dokunmak ve sevmek, dokunulmak ve sevilmek… Arsızlık, çocuk, sinsi, normalleşmek… Acımak, suçlamak, canavar… Kafamın içinde aylardır kovalamaca oynayan bu sözcükler… Uçup gittiler… Geride, aklımın kıvrımlarında cevabını asla bilemeyeceğim bir soru kaldı: Bazı insanlar, bütün kötülüklerine rağmen huzurlu bir ölümü hak edecek kadar masumlaşabilirler mi?



- SON -


29 Şubat 2012

EL İZİ - İZİKİ


Bu öykünün bir başlangıçı var... Okumak istersen: İzüç




İziki (Onur)

Annemle bu konuyu hiç konuşmadık. Aklımın almadığı, yüreğimin sevmediği adamları severdi annem. Babamı hiç bilmedim ben. Kimdi? Süt içer miydi geceleri yatmadan önce benim gibi? Peki ya futbolu bilir miydi, öğretebilecek kadar?  Hiç bilmedim, hiç soramadım. Annem babamı konuşmazdı. Babamla konuşur muydu bilmem..? Bildiğim, annem benimle hiç konuşmadı. Annemi anlayamazdım. Ya aşırı duygusal olurdu ya aşırı öfkeli. Ya aşırı korumacı, ya aşırı baskıcı, ya aşırı vurdumduymaz…

Neyi, nasıl, ne zaman, neden yapacağımı hiç bilemezdim. Hayata yenik başladım derdi sık sık. Bana bakar tekrarlardı cümlesini, hayata yenik başladık be Onurum. Beni hep Onurum diye sevdi, bir kere bile dokunmadan, hatırladığım kadarıyla yani, hani kendimi bildiğimden beri.

Annemin sürekli arayış içinde oluşunu ve güvensizliğini fark edememiş,  kendine zarar veren sakarlık yaftasını kendimi hatırladığım en küçük yaşlarımda bile inandırıcı bulmamıştım. Annemin sıklıkla sergilediği aşırı korumacılığına geliştirdiğim tepki, baba arayışım içinde beni oradan oraya farklı farklı amcaların sahiplenişlerine kadar sürükledi.  Annemin gösterdiği, korumacı tepkilerin anormalliğine bir anlam yükleyememem normal gelebilir. Çocuktum… daha küçücük bir çocuk... Savunmasız ve korunmasızdım. İhmal edilen çocuk yüreğim, annemin sürüklenişindeki arayışlara ve güvensizliğine giderek paralellik gösteriyordu. Kendimden kaçan kendimin teklik hali…

***

Herkes kötüydü. Herhangi bir adam, herhangi bir kadına göre her zaman çok daha kötüydü. Her adam, eldi bizim için. Her uzanan el çok, çok, çok kötü… Öğrendiğim ilk kelime de el oldu. İlkokula gittiğim zaman fark etmiştim ki benim dışımda hiçbir çocuk elin diğer anlamını bilmiyordu. Bunun bir övünç kaynağı mı yoksa bir utanç kaynağı mı olması gerektiğini kestirmem mümkün değildi. Üzerinde pek durmadığımı hatırlıyorum. El el oldu o günden sonra benim için de, tıpkı diğer çocuklar gibi önemsemedim. Ta ki dokuz yaşıma kadar…

Annem, yirmi beşinde doğurmuş beni, hatırladığım ilk adam- baba demeyi ne çok istemiştim- evimizden gittiğinde, annem günlerce ağladı. Gözyaşları yeşildi annemin. Acı yeşil diye bir renk olduğunu öğrendiğimde ben dokuz yaşındaydım. Hangi çocuk bilir ki, yeşilin acı bir tonu vardır. Ben, bilirdim. Annem ağladıkça ben de ağladım, onun nesi gitmişti bilemem, muhtemelen farklı sebeplerle, aynı adamın bizi terk edişine ağlıyorduk. Anne oğlun tek ortak noktası bir eldi. Yaşamak için tutunulan bir el.

***

Annem benim onun ağlayışlarına ağladığımı sana dururken, ben; beni seven, koruyup kollayan, sırdaşımın gidişine ağlıyordum. Çocukluğumun en güzel yıllarını, annemin yaklaşık iki yıl boyunca her gece; camın kenarında duran kahverengi, dokusu yer yer atmış kadife koltuğun, soyulmuş ahşap kolçağına sol kolunu uzatmış, üzerine düşmüş başını kaldırmak konusunda yeni doğmuş bir bebek gibi davranırken, cılız bedeninin küçülerek olduğu yere gömülmesini seyrederek geçirdim. Bu durumun, bir çocuk için nasıl da içinden çıkılmaz bir karmaşa olduğunu hayal bile edemezsiniz. Sığınacağınız tek dal koltuğa gömülü ve görünen kısacık kısmında derin, karanlık, ürkütücü bir çatlak. Tıpkı içinizdeki kuyu gibi… Kuyuya hapsettikleriniz gibi. Tek istediğiniz bir kahraman olmak, onu oradan çıkarıp kurtaracak kadar süper güçleri olan bir çocuk kahraman. Bari kendinizi kendi karanlık kuyularınızdan çekip çıkaracak kadar kahraman olabilseniz… Tanrıya inanabileceksiniz. Ama olamazsınız, üstelik her kahraman da sizin çocuk hayalinizdeki kadar iyi yürekli olmaz.

***

Annemi tanısanız severdiniz. Herkes severdi. Annem dışarıdan bakıldığında normal biriydi. Kimsenin onun evde sergilediği davranışlarının tuhaflığından şüpheleneceğini sanmıyorum. İlk başlarda her sabah saatler süren sabunlanması bana da tuhaf gelmemişti. Annem yıkanmayı seviyordu. Yıllar sonra, annemin arınma duygusu ile saatler süren sabunlanma bulmacasının parçalarını tamamlayabildiğimde; her sabah duşa girmek konusundaki hassasiyetini temizlik ile bağdaştırmamın yaptığım en büyük hata olduğunu da kavramış oldum: 30 yaşındaydım ve her sabah saatlerce sabunlanıyordum. Temizliğin tinsel bir boyutu vardı, ruh bir kere kirlendi mi, bir daha kolay kolay temizlenmiyordu.

***

On iki yaşıma geldiğimde, üç el tanımıştım bile. Annemin başarısız ilişki denemeleri, babamlı olan düşlerimi örseliyor, örselenen düşlerim, büyülü hikâyelerimi mutsuz sonlara taşıyordu. Sonu mutsuz biten her baba hayalimde, kendi çocukluğumun intiharları süsleniyordu. O yıllardan sonra uzun bir süre baba hayalim olmadı. Ahmet’in, son intiharım olduğunu bilsem, kesinlikle çok daha trajik bir ayrılık sahnesinin perdelenmesi için içimdeki oyuncuyu devleştirirdim o kapı kapanmadan hemen önce.

***

O yaşlar benim dokunulma arsızı olduğum yaşlardı. Dokunulma eylemini sevilme isteğimin yerine koymuştum. O sabah annem eve geldiğinde Ahmet’in kucağındaydım. Ahmet beni öpüyor, yanağımı okşuyor, akıllı bir çocuk olmam konusunda beni uyarıyordu. Böylece, beni çok sevecek ve istediğim futbol topunu alacaktı. Öylesine fiyakalı bir topum olduğunda, mahallenin çocukları babam yok diye yaptıkları alay eden konuşmalarını bırakıp benimle arkadaş olmak isteyecekti. Kararı ben verecektim. Kimi arkadaş seçersem, onunla top oynayacaktım. Teklikten, bütünlüğe giden yoldu Ahmet’in eli. Elinin izinden gidersem, mutlu çocukluğumun kapıları aralanacaktı. Öyle sanıyordum. Öyle olsun istiyordum. Ahmet’in dokunuşlarının tuhaf olduğunu bilsem de -çünkü daha önce de böyle dokunulmuştu bana- ben O’na inanmak istiyordum, güvenmek ve O’nun tarafından terk edilmemek. Bütünün bir parçası olma arzumdan dolayı, teklikten kurtulma hayalimle savaşan korkularımı bastırıyor, sevilmenin verdiği güçle içimdeki kuyuya bir taş daha atıyordum. Annemden saklanması gereken bir sırrım daha vardı artık. Annemden ve herkesten…

***

Giderek içime kapanmalarıma, sessizleşmelerime, derslerimdeki başarısızlığıma annemin dikkat kesilmemesi, Ahmet’in her şeyimle yakından ilgilenmesi, ondan korktukça ona yaklaştırıyordu beni. Bağımlılık, kara bir büyü gibi sarıyordu benliğimi. Dedim ya, dokunulma arsızı. Ahmet’in dokunuşlarının giderek dozu artan sertliğinin sevmekle ilgili olmadığını anlamama rağmen adını koyamıyordum. Üstelik cinsellik konuşulmaması gereken tükakaydı. Bir çocuğun ağzına kötü sözler söylediğinde biber sürülürdü ve böyle bir saçmalık dikkat çekmek için uydurulan koca bir yalandı ve cezası, sokağa çıkmamaktı. Bütün bunları üst üste koyunca Ahmet’in sevgisinin biraz abartılı bir sevgi olduğunu konusunda kendimi ikna edip,  hem korku hem açlık hem de tuhaflık duygularımın harmanında devam ediyordum sırrımı korumaya. Bir kere kuyuya atılmıştı Midas’ın kulakları.

***

Kuyuya fısıldadığım sırrı yeryüzüne taşıyacak yağmur zamansızca yağdı. Ama ne yağmak… Annemin, hiç beklenmedik bir şekilde eve döndüğü gün;  kalın, kaba, kısa, tırnakları yenmiş parmaklarının üzerindeki siyah tüyleri bacak aramda sinsi yılanların artan tıslamaları ile dolanıyordu. Giderek soğuyan bedenimi ısıtan kapının aralanmasıyla annemin gök gürlemesine benzeyen sesi mahalledeki her bir kapı deliğinden ve hatta açık pencerelerden, tülleri sıvazlayıp, sürünerek girdi, duvarlara çarptı. Yankılanan ses, geri dönüp kuyumun duvarlarını yıktı. Öylesine güçlü, öylesine yekti.

Annemin, beni Ahmet’in kucağından alıp koltuğa doğru bir atışı vardı ki, canımın acısında ettim ilk duvarları döven küfrümü. Ahmet’e anlamını bilmediğim onlarca kelimeyi ardı ardına savurduktan sonra, bir de tokat attı annem suratının tam ortasına. Çıkan sesten korkan bedenimin titreyişine el uzatsın istedim Ahmet, çekip kurtarsın beni korkularımdan. Ama o, yaşadığı şokun etkisi ile annemi kollarının arasına alıp bir iki sarsacak gibi oldu, sonra onu olduğu yere bıraktı. Annem, bir çuval gibi yığıldı. Ahmet, kapıdan çıktı gitti. Annemin sürünerek kahverengi koltuğuna gidişi ve gömülerek kayboluşu, sonrasındaki gecelerde, kâbuslarımın her türlüsünün ortak final sahnesiydi. Annem, her kâbusun sonunda sürünerek kahverengi koltukta kayboldu. Ben ona tutunmak istediğim her seferinde el izi kalan her bir parçalanmış etimi koparıp attım kör kuyulara. Annem kör kuyumun kapağıydı. İpini tutuyordum o kapağın, kuyunun dibindeydim. Açılmasın istiyordum. Kendi sırlarımdan boğulursam, kokmazdı bedenim. Tenimden yükselen kokuları bastırmak için her sabah yıkanmaya başladım. Saatlerce sabunlanıyordum. En çok da ellerimi yıkıyordum. Sanıyordum ki, çok yıkarsam, izi kalmaz…

***

Bir seferinde annemi ağlarken koltukta bıraktım. Odama doğru yürüdüğüm karanlık, koyu renk duvarların yarattığı darlıkta ilerlerken, el dediğini duydum, tokat gibi patladı yüzümde. Elime baktım, duvarlarda bıraktığım asidik terden, yürüdüğüm her adımda dökülen parçalara. Etlerim… Kendini bilemeden yaralanmış bir çocuktan kendi yaşadığını meşrulaştırmak isteyen bir ergene giden yolda, elimin izi kalıyordu. Sana öğrettiğim ilk kelimeyi nasıl unutursun, ikinci bir tokattı diğer yanağımı uzattığımda yediğim. Ağlıyordu. Hiç bilmediğim tonda bir ses çıkartarak, ağlıyordu. Bir tek köpekler öyle ağlar sanırdım, fırtınalı gecelerin uğultusunda, bir tek dişi köpekler ağlar öylesine acıyla.

***

Ahmet giderken, annemin son zerresini de yanında götürmüştü. Annemin yerini yokluk aldı. Şimdi beni kim sevecekti? Ahmet de gitmişti. Ağlıyordum. Annem hiç var olmamış gibiydi. Annemin kendine dönük yakarışlarında beni görmesi mümkün değildi. Kendi acısına öyle bir gömülmüştü ki; acı kahve koltuğu mezarı gibi duruyordu. Bir çocuğun öğrendiği renkler doğada da var olmalı değil mi, ilk onlara açmalı gözünü bir çocuk. Sarıyı papatyalardan öğrenmeli mesela, yeşili ilkbaharın yapraklarından, maviyi denizlerden… Ben diğer çocuklardan farklıydım. Ben acıyı öğrenmiştim. En kahve, en yeşil acıyı… O gece yastığımın şahitliğinde, beni sevecek birini bulmaya ant içtim.

30 yaşına geldiğimde, kendime beni sevecek 4 çocuk bulmuştum. Dokunulma arsızlığım yerini daha derin, daha güçlü yıkılmaz duvarları olan kuyuma, dokunma arsızlığına bırakmıştı. İçimdeki sevilme isteğini, severek kapatmaya çabalıyordum. Çok seversem, çok sevilebilirdim. Sonunda, biri beni öyle çok sevmişti ki, olaylar olup bittiği zaman bile bir tek o konuşmadı, sırrımızı ölene kadar saklayacağı inancı ve beni hep seveceği coşkusuyla, o küçücük karanlık odada, - bir metreye bir metreydi - yüreğimin canavarını beslemeye devam ediyordum. Canavarın diş izinde buluyordum el izlerinin karşılığını. Dokunulmayı normalleştirecek tek çıkış yolum, dokunmaktı. Çocukken öğrenmiştim; vicdanın sızlamıyorsa, yaptığın normaldir. Onu ele geçirmiştim böylece, vicdanımın sızlamasına izin vermedim.











görsel / deviantart

27 Şubat 2012

EL İZİ - İZÜÇ



İzüç (Hatice)

Bazı sorular doğrudan sorulmazdı. Bazı sorular sorulmaya gerek bile duyulmazdı. Ve bazı sorular vardı ki, onları sormasan olmazdı. Bundan belki de 20 yıl kadar önce yaşadığım ilişkinin çıkmazlarında dolanırken farkına varmadığım bir soru da benle aynı adımları atıyormuş aslında. Ayrılık vakti gelip çattığında ve hüzün içimdeki su ile yer değiştirdiğinde, gözlerimden akan, çağıl çağıl acı yeşile kimse bir anlam yükleyememişti uzun bir süre. Ben, nedenleri, niçinleri ve niyelerinin, siyaha yakın kahverengi, orta boy, anahtarı kayıp ahşap bir sandık dolusunca cevapları ile boğuşa durayım, yaşamak hiç de istifini bozmadan akıp gitti yanımdan, arkasından bile bakamadan... İki yıl sonra kendimi gömdüğüm bataklıklardan kafamı kaldırdığımda gördüğüm ilk dalın ucuna astım umutlarımı. Fersiz yapraklarından anlamalıydım. Taşımadı. Şaşırmadım. Hemen ayağa kalkmak kolay olmadı. Bir yıl daha bekledim, ardından bir gövdeyi kıskandıracak güce erişen kendimi kendime dal edip, ayağa kalktım. Kolay değildi. Tahmin etmesi güç: Hiç düşmediyseniz, dizlerinizin ne kadar yara alabileceğini ve hatta kemiğe dayanmış bir yaranın sizi nasıl da durup durup kıvrandıracağını tahmin bile edemezsiniz.

Çok zaman sonra başlayan bir ilişkimin heyecanı ile patikaların beni çıkaracağı düzlüklerin ihtimallerini hiç de değerlendirmeden, kapılıp da bir rüzgâra kanat açtığımda, aklımda bir önceki dersten öğrenilmesi gerekenlerin hiç biri yoktu. Ta ki...

O sabah, öyle  bir düştüm ki, öylesine yüksekten ve öylesine hızlı ve öylesine savunmasız; kırıldım. Yeniden. Aynı yerden: Yüreğimden… Dersimi alıp almadığımı test eden evren, almadığımı bana göstermek istedi. İyi ki...

İyi ki, diyorum çünkü eğer biraz daha geç kalmış olsaydı, sonuçlarını burada sizinle paylaşamayacağımı biliyorum. Dersimi almıştım, en azından bu sefer. Çift dikiş gidiyordum hayatta. Sağlamdım yani. Yüreğimi eğitmiş, katılaştırmış ve kırılmaz kılmıştım.

Günler, günleri kovalarken, içselleştiremediğimiz öğretiler uçup giderler. Tortusu bile kalmaz geriye. Sanki hiç yaşanmadılar. Sanki hiç denenmediler bu hayatta. Evet, bir kaç zaman önce öğrendiklerim uçup gitmişti. Bunu bu kadar net söylüyorum, çünkü öyle olmuş olmalı ki, bir kez daha düştüm, bir kez daha kırıldım, bir kez daha ayağa kalktım. Öğrenemiyordum, bende yaşadıklarımdan ders alma ile ilgili kodlar eksikti. Ya da ben amneziktim. Böyle bir sözcüğü ben mi uydurmuştum yoksa. Ne zamandır kendime hastalık biçecek kadar acizleşmiştim. Unutkan olduğum doğruydu, yaşadığı acılar karşısında kim unutkan olmayı dilemez ki...

***

Acizlik, insanın yaşadıklarının, bunlar benim başıma gelmiş olamaz dışlamasıyla mı başlıyordu. Bunlar! Neydi onlar; aldatılmak, terk edilmek, hayal kırıklığı... Hepsinin çoğul ekleri vardı. Bir kez değillerdi ki, ilk kez karşıma çıksalar... bir tek benim karşıma çıksalar… baş edebilirdim. Hayır, hayır bunların hiçbiri 'bunlar' değildi. Kendi bedenimin, kendine ihanetiyle başladı her şey. Yoksa kendi aklımın bedenime ihaneti mi demeliyim. 'Bunları' anlatmakla başlamalıydı öğrenmek. 'Bunlar benim başıma geldi'yi yüksek ya da alçak sesle, kendime veya başkalarına söylemekle başladı. Evet, 'ihanet'; binamdaki temel taşımdı. Kilit taşımdı. Taşınmazımdı. Benimi oluşturan bendi. Benim benime ettiği ilk ihanet, beni suçlamaktı. Sırrı saklamıştım. İhanet neredeydi peki? Korkmakta. İhanet korkuya yenik düşmekti; sevilmeme korkusuna. Söz dinledim, yoksa beni sevmeyecekti. Böylece, ilk taşımı kuyuma atmış oldum. Bu bizim büyük sırrımızdı: Dokunmak. Sonrasında sırlar çoğaldı. Oyuncaklar da... Şekerler de... ve daha neler neler... Sev(il)meyi yanlış öğrenmek, bir çocuğun başına gelebilecek en büyük felakettir.

Kuyumun dibindeki, o taşın üzerine inşa etmeye başladığım hayatım, kırılma noktalarında yıkılıyordu. İlk âşık olduğumda... İlk öpüşmemde. İlk isteyerek sevişmemde... İçinde dokunmak olan her ilkte, yıkılıyordum. Hatta ikincisinde, üçüncüsünde ve sonuncusunda bile... Benim, her seferinde, un ufak oluyordu. Çatlaklarla dolu hatıra duvarlarıma asmaya çalıştığım her anım, duvarlarımın toz gibi havada dağılması ile sonuçlanıyordu. Bir sabah uyandığımda her şeyi yerle bir edip, bütün duvarlarımı kırıp, temele kadar indim. O lanet taşı bulup, yaşamımdan söküp atacaktım. Kararlıydım. O sır ne kadar derinde olabilirdi ki... Böylece, kaç yaşında olursam olayım, kendi bildiğimce attığım temelin üzerinde artık yıkılmaz duvarları olan benimde mutlu yaşayacaktım. Elli dört yaşımın, elli yılında sakladığım sırrı, avaz avaz söküp atacaktım.  Yeniden doğacaktım. Dokunulmamış yeni bir 'ben'le.

Öyle olmadı, temel yapı taşımı yerinden söküp alamadım. Kazdım; sağını, solunu, hatta dibini, kökleri öyle bir karmaşık öyle sağlamdı ki... sökemedim. Denedim ve zorladım hatta, köklerim acıdı. Köklerini öyle çok salmıştı ki, birbirine karışmış, kalınlaşmıştı; neredeyse toprak bile kalmamıştı üzerlerinde. Kök kendini yiyerek beslenen bir canavara dönüşmüştü; kara siyah ve kokuşmuş. Ona bu kadar yaklaşmışken, daha da bir dikkatle inceledim. O ilk ihanetimin gözünün içine diktim gözlerimi. İlk inanışımı sarsan ve güvenimi yok edene uzun uzun baktım. O döneme gidip hatırlamaya çalıştım. Bir el. El... ne çok şeye uzanır. Dil gibi. İyi de çıkar içinden, kötü de. Bana uzanan ilk elin, el kadar uzak oluşunu fark edecek yaşlarda değildim. Dört yaş, bir çocuğun benini bulmak için yönelimlerini farklılaştırdığı bir yaştır. El benim için, bedenin bir parçasıydı. Onunla dokunurdum, yemek yerdim, oyun oynardım, uzanırdım ve tutunurdum, merakla resimlerine baktığım kitaplarımın sayfasını çevirirdim. Saçımı düzeltir, sivrisineğin ısırdığı yerlerimi kaşırdım. El, el olacak kadar uzak bir kavrama dönüşmemişti henüz. Ben her sözcüğün ilk anlamını bilirdim.

***

Uydurduğum bir hikâye gibi gelirdi bana ilk başlarda; çocuk aklımın çocuk oyunu gibi... Hikâyenin detaylarını kafamdan uydurup yazmış olabilir miyim diye çok sormuşumdur kendime. Kendimce kendimi haklı çıkartmak için, anların yapı taşlarıyla oynamış olabilir miyim diye de… Bu benim başıma gelmedi diye, kahramanlarını kendim yaratmış olabilirdim pek ala. Olamaz mıydım? Peki ya o kahramanın başına gelenleri düşündüğümde midemde oluşan burkulmalar ve kusma isteği. Ya o, omuzlarıma yerleşen eziklik... O anıdaki çocuk ben değilsem, duyumsadıklarımı nasıl açıklayabiliyorum.

Ayna tutmak kendine ne zordur böyle zamanlarda. Bunun yaşla, aldığın eğitimle, yaşanmışlığınla da ilgisi yok. Bunun senle, yüreğinle, suskunluğunla, içinde büyütmenle ilgisi var. Bir an gelir, içinde büyüyen gizil acının keskin kokusu sarar her yanını, içinde bir yer çürümüştür çoktan. O çürümüşlüğü görmek istemez hiç bir göz. Gözle görünmeyene, hayal gücünün de yardımı ile istediğin anlamı daha kolay yüklersin çünkü. Gerçeklik duygunu, uyduruyorumdur savunusuyla silmeye çalışırsın gün gece. Lekeyi ağartacak bir şeyin keşfidir senin tutunduğun. Kâşif değilsin ki silesin.

Ben artık öyle yapmak istemiyordum. Evet, kâşif değilim, en basitinden kendimden öte bir şeyleri keşfetmek arzusundan da yoksunum. Eğer ömrüm varsa, içimdeki çürümüşlüğün o kokusuna da katlandıysam bunca yıl, artık onu söküp atmanın vaktiydi. Huzurlu bir ölümü hak edecek kadar iyi bir yürek taşıyordum. Aynayı tuttum. O bendim. O olayın kahramanı bendim. Onurumdu. Daha çocuktum. Onurunu kurtaramamış küçücük bir çocuk...  Ebru seanslara devam edersem, bu illetten – bu benim taktığım bir ad tabi ki – kurtulabileceğimi, biraz çabayla bunu çok daha kısa sürede yapabileceğimi söylüyordu. Yeniden özgürleşip, yeniden tutunabilirmişim, öyle diyordu doktor; beyazlar içinde, kir değmemiş teninin pürüzsüzlüğünde, yüzünün pembe beyazında, gözeneklerinin nefes alışlarını duyuyordum. Nefes almak istiyordum. Onu dikkatle dinledim. O da beni. Kimsenin dinlemediği kadar… Bu tür hikâyeleri bir çocuğun uyduramayacağını söylediğinde, kendi bulduğum doğrunun altını çizdim. Ben o çocuktum.

***

Geçenlerde Ayşe aradı. Yazmaya doktorumun tavsiyesi ile başlamıştım. Ona okuturdum bazen, gülerdi. Okudukça, kız sıksan kitap yazarsın sen derdi. Deli Ayşe, herkes yaşadığından bir kitap çıkartabilir pekâlâ. Allah’tan az biraz aklım yerinde de, uymuyorum onun deliliklerine. Dün de uymazdım ya… Kampanya ile ilgili beni arayıp yazı hazırlar mısın dediğinde, duraksamaksızın evet deyiverdim. Bırakır mı yakamı artık. Telefonu kapadım, uzun uzun düşündüm. Ben o çocuktum deyip duruyordum. Dokunulmadan dokunulan yaralı çocuktan, güvensiz bir kadına  evirilmiştim, üstelik dokunmayı da öğrenememiştim.  Ben yazmayacaktım da kim yazacaktı bu yazıyı. Yıllar öncesinin karalamaları arasından buldum aradığım cümleyi. Köşesi yırtık bir arabalı vapur biletinin üzerinden yer yer silikleşmiş kelimeleri kazıya kazıya çıkarttım gün yüzüne yeniden. 


25 Aralık.1987 / Bozcaada / Bir Kez Daha Dokundu Gmişim Bana

Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde. Küflenmiş bir kapana sıkışıp kalmış duygularım, bu yüzden biraz hırçın, biraz sesli haykırışlarım. Açım. Çok açım. Bir saf dokunuşa, bir uysal sese muhtacım. Elimi uzatıyorum, elin sıcaklığında yanarken tenim, parça parça oluyor etim. Amca dediğim aslında el bildiğim olmalıymış. El sanıp, bir ele sığınmışım, ah ben savunmasız yüreğimle ne çok aldanmış, ne çok aldatılmışım.


Kampanya metnini buradaki bir cümleden yola çıkıp hazırladım: 
Hayat, hep altını çizdiğim cümlelerle vuruyor beni bugünlerde... 
O günlerde öyleydi. İşin ucu, Onuruma dokununcaya kadar... onurum, benim güzel oğlum.  





09 Şubat 2012

Asıl Olan



Aslında diye başlayacaktım sözlerime, aslında... Devamı "asıl olan ne"sorusu ile gelince durdum. Neydi asıl olan, suret olan neydi... Geçen gün denk geldiğim dizinin repliklerinden biri takıldı dilime: aynadaki adamı bazen hiç sevmiyorum, öylesine kibirli ki... Bu sabah aynaya uzun uzun baktım. Yer yer çatlamış dudaklarımda gün evvelden asılı kalmış gülümsemeye, feri gitmesin diye direnen gözlerime... uzun uzadıya baktım. Cümle kurabilmek için kelimelerin birbiri ardına yaptıkları yakın takipten kalan zamana sorular sığdırıyorum: Nasıl biriydi aynadaki, ben miydim, aslım mıydı, suretim mi yoksa... Nasıl görüyorsam öyle miydim, yoksa nasıl görünüyorsam öyle mi? 

Herkesin dediği kadar akıllı mıyım... kendi aptallıklarımı bildiğimden mi akıllı olmak nedir diye sorgulamam? Kendime uyandım bu sabah... aslıma mı, suretime mi, içimdeki saklı benlerden hangisine uyandım ben sahi...  kafamda onlarca soru dolanırken oradan oraya...  Yansıma ve Yanılsama'ya denk geldim. Çok şeyi demiş bugün, çok şeyi çok güzel demiş bugün Brajeshwari:... Ben çocuk olmayı seçtim... 

Çocuk kalabilir miyim bütün gün. Sırf beni kızdırdı diye mesela saçını çekebilir miyim oda arkadaşımın. Elinde telefonu bütün gün sevgilisi ile kavga eden bir diğerini şikayet edebilir miyim müdür öğretmene... Bahçeye çıkıp oyun oynasam, hazır kar da yağıyor... Kardan adam yapsak bütün çalışma arkadaşları bir arada olsak, boyumuzu aşsa adamın boyu... merdivenle tırmansa içimizden biri, bir şapka koysa başına, boynuna bir kaşkol dolasa... Havuçtan burun, kömürden gözler yapsak... Hatıra fotoğrafları çektirsek birer ikişer... Karlarda yuvarlansak... Islansak... Eve gidince azar işitsek annemizden babamızdan, üstümüz başımız ıslandı diye, ille de hastalanıp ateşleneceğiz diye azar işitsek bir gece boyu... Ihlamur içip içimizi ısıtsak bu gece, sırf ertesi sabah kalktığımızda burnumuz akmasın diye...  Soba başında kestaneyi kebap yapıp, soğuğa aldırmayan bozacıdan aldığımız bozaya biraz tarçın eksek ve leblebi konduruversek üzerine birer ikişer... Bugün çocuk olsak mesela... Çocuk kalan yüreğimizi salsak gökyüzüne... Bulut olsak... Bulut gitse, güneş kalsak... 

Ne çok keşke oldu değil mi... 
Son anda aklıma geldi... Ne demişti Brajeshwari:

Fakat bugün "keşke" dememe günüymüş aslında...Bak! mumlar sönmedi hala... Müziği değiştirmeye de gerek kalmadı...Burdasın ve dinliyorsun....Sessizliğin içinde...Tam kalbimin orta yerinde, varsın aslında....ve ben devam ediyorum sana anlatmaya....


Ben kime sesleniyordum kelimeler boyunca... 
Gülümsememe bakılırsa, yine sana...