18 Temmuz 2012

Hayal Dünyasında Kısa Bir Mola



Bu hafta, avare günlerin keyfini çıkarıyorum. İş yerinde tatil yapmak gibi bir şey benimkisi... Yoğun geçen raporlama döneminin ardından böyle günlerim oluyor. Bir haftaya yakın ne telefonlar çalıyor ne de imza için peşimden koşturan oluyor. O nedenle keyfim daha da yerinde. Gazetelerimi uzun uzun okuyor, videoların keyfini çıkararak seyrediyor, fotoğraflarla yolculuklara çıkıyorum. Bir Eylül düşü kurup, Likya Yolunda yürüyorum; haritaları indiriyor, rotayı belirliyor, konaklanacak yerleri ve soluklanacak taşları seçiyorum. Keyfime diyecek yok. Böylesine bir hayal yolculukta bile susayıp bir ağaç altında saklanabiliyorum. Nasıl bir yürümekse benim ki soluk soluğayım, yakıcı güneşin altına buz gibi bir suya hasret yanıyorum... Sonradan anlıyorum, klima dinlensin diye kapatılmış. İçeriyi sıcak basmış; terler dışarı, çöl ortası vahası göz önüne... Oysa daha Gelidonya Feneri'ne gidecek ve denizcilere selam edecektim. Fenerin bekçisi Mustafa'yı bulup üç kuşaktır devam eden efsaneleri birinci ağızdan dinleyecektim. Kapı çalmasa bütün bunları yapacak vakti de bulacaktım.

- Öğlen yemeğe bekliyorum.
- Ben gelmesem, daha Suluada'ya gidecektim.
- Bekliyorummm...
- Tamam.

Hayat beni bölmese, ben kendi dünyamın uydusu, güneşi, rüzgarı, bulutu, yağmuru, çiçeği, ağacı olsam...

Akşam eve dönerken, kampüs çıkışı sola değil de sağa kırıversem direksiyonu, gitsem nefesimin yettiği yere kadar... Akşam hiç bilmediğim bir sahil kasabasında, kireçle boyanmış duvarların renginde, kaynamış bembeyaz çarşaflı bir köy evinde sabahlasam... Yıldızları saysam, cırcır böceklerini kovalasam... Hayallere dalsam, hiç çıkmasam...

Evin tüm gün kapalı olan salonundaki sıcak yüzüme çarpıyor... Gerçeğe dön der gibi... Kendimi duşun soğuğuna bırakıyorum, olacak iş değil ama gözlerimi kapar kapamaz, kendimi babamın köyünün yaylasında buluyorum. Çık babam çık, o yokuşu usul usul, soluk soluk çıkıyorum. Nasıl bir serinlik. Çam ağacının altındaki çeşmeden içtiğim suya doyamıyorum. Birden boğazımı yakan tatla kendime geliyorum; şehir şebekesinden gelen klor bu... Gülümsüyorum. Kendi kendine konuşmalarıma hayaller eklenince "dünya"m dönüyor ben mutlu oluyorum.

İnsan diyorum, bakmasını bilirse, gördüğü ile mutlu olur. Yatağıma uzanırken, bu hayalleri kurmama sebep adama sarılıyorum. Onun da dediği gibi, hayaller bir gün gerçek olur biliyorum. Gamzesinde uykuya dalmak bana huzur veriyor, iyi ki diyorum. Yüreğimdeki gülümsemeyi sabah ilk o görsün diye saklı tutuyorum. 



13 Temmuz 2012

Dağına Göre Yağmayan Kar





Gecenin bir yarısı çalan telefona uyandım. Uyuduğum da söylenemezdi ya.. Her neyse işte, yattığım yerden isteksizce kalkıp telefonun bulunduğu odaya doğru süründüm. Sürünmek bile bir hareket gerektiriyor, ben hareketsizdim. Oda, koridor, kapı bana doğru geliyordu. Ben duruyordum. Hiç durmadığım kadar uzun bir saniye durdum. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, durdum. 

Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, gözlerimi düşürdüm. On dakika kadar telefonun yanıp sönmekte ısrar eden ışığına baktım. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Telefon sustu, bir ceviz büyüklüğünde buzlanmış kiraz aklıma düştü. Buzluğun kapısını araladım. Buzlanmış kiraza dilimin yapışacağından duyduğum korkuya rağmen, elimi uzatıp kirazı aldım ve ağzıma attım. Dilim sustu. Buz kadar ince, buz kadar keskin, buz gibi soğuk bir susuş. Telefonun sessizce çalışını isyankar bir ışıkla dile getiren ekrana bir yumruk attım. Konuşmak acımaktı, acıtmak ve acısını çıkartmak. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Saat ikiye geliyordu. Telefon çalıyordu. Sonra bir mesaj... keskin bir düşüş sesi. Kutuya düştü. Yüksek bir binadan atlayan bir insanın görüntüsü belirdi ekranda. Mesajı açtım. Okudum. Bir daha okudum. Bir daha ve bir kez daha ve sonra sayısızca kere okudum. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey. 

Saat üç gibi neredeyse bir saattir çalmayan telefonu elime alıp numarayı çevirdim. ters giden ne dedim, çok ters giden şey ne... Dokunduğunda dalları küsen, içine kapanan ve on  dakika kadar kendine gelemeyen o çiçek gibi, sesini düşürdü. "Temmuz hiç olmadığı kadar sıcak ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzum" dedi. Yıl gibi, birini bir kaç yıldır aynı köşe başında, ya da aynı sinemanın kapısında, mahallenin akmayan çeşme başında, oyun parkının oradaki salıncaklarda, rüzgarsız bir havada... bekliyormuş gibi, sustum. Ağlamasını dinledim, hiç bitmeyecekmiş gibi ağlıyordu, oluk oluk akan bir çeşme gibi, taşan bir nehir gibi ağlıyordu. Gürleyen bir gök gibi haykırıyor sonrasında bir çocuk gibi alt dudağını titrete titrete küsüyordu. Ters giden bir şey vardı, çok ters giden bir şey.

Sabah gün ışırken anlattıklarından hayrete düşen kendimi yüzüme soğuk bir avuç suyu çarparak kurtardım. Dolaba koşup bir kiraz daha attım ağzıma. Dilim sussun istedim. Bildiğim bütün küfürleri içime atıp sustum. Kulağımda kalan bir yankı koridor boyunca peşimden gelip, yatak odasındaki balkonun hemen önünde kıstırdı beni. Temmuz hiç olmadığı kadar sıcaktı ve ben nemli havalar yerine günahlarımın ateşinde kuru kuru yanmayı seçecek kadar mutsuzdum. Benden daha mutsuz birinin bu dünya üzerinde olamayacağını düşünürken çalan telefon; var dedi. Senden daha mutsuz biriler var. Çünkü Allah bazen, sen bir ova olmak istesen de, bir deniz kıyısı olmayı istesen de, sen hatta bir mağara olup, bir dağın içine saklanmak istesen de... kar yağdırır üzerine. Çünkü sen, yukarıdan nasıl göründüğünü bilemezsin... Yukarıdan ve tam karşıdan bir bak kendine, dağına göre yağamayan kara değil, o karı yağdırana değil, bir dağ olduğunu fark etmeyen kendine kız. Kendine söylen.

Ben de öyle yaptım, kendi kendimi, bir dağ olduğuma, başımın bulutlara değdiğine, yaban bir hayatın damarlarımda sürüp gittiğine, en nadide dağ kedisi ile kartalının benim kafamda yaşam savaşı verdiğine kendimi inandırmak için kendi kendime kendimin bir belgeselini çekmeye karar verdim. Ben nasıl bir evrendim... içimin trenleri nereye gidiyordu.



11 Temmuz 2012

Atatürk Kent Ormanından Anılar



Nilüfer Belediyesi'nin Bursa'ya kazandırdığı en güzel alanlardan biridir Atatürk Kent Ormanı... Yukarıdaki fotoğrafı belediyenin tanıtım sayfasından aldım. Kendi çektiklerim henüz derlenip toplanamadı. Havaların sıcak gitmesi, nemin her geçen gün artarak insana nefes aldırmayacak kıvama gelmesi ve işlerin yoğunluğu nedeniyle bunalan bünyelere ilaçtır doğa, bence tabi... 

Çocukluğumdan beri her fırsatta doğa ile iç içe olmayı seven, su gördüğünde en azından ayakkabısının tabanını ıslatan biri olarak; ağaçlarla konuşmayı, kuşların ve cırcır böceklerinin birbirlerine seslenmelerini dinlemeyi, akan suyun sesinde kaybolmayı hep çok sevdim. O nedenle Atatürk Kent Ormanı eve 10 dakika mesafe uzaklıktaki kaçış mekanım oluverdi. 

Akşam üzeri iş çıkışı, çıkına atılan iki parça kokusu üzerinde domates, bir - iki yeşil mi yeşil biber, bir topan patlıcan, bir kırmızı yağ biberi ile salata yapma hayali, adam başı -mangalda ateşi görecek olan- iki adet köfte ya da sucuk ile, kol altına sıkıştırılan karpuzu da alarak "deymeyin keyfimize anları" için yola koyulmuşluğumuz çoktur. 

Hiç mi üşenmezsin diyenlere tavsiye olunur; çam ormanında kekiklerin kokusunu çeke çeke yapılacak bir yürüyüş, karpuz kesmecesine oynanacak bir tavla ve güneşi batırırken çitletilecek çekirdek günün kafa dağıtma ve dertlerden kurtulma uğraşları olarak çıkının içinde mutlaka yer almalıdır. Bol oksijeni çeken ciğer, akşamına alınacak soğuk-ılık bir duş ile tatlı düşlere dalmayı garantiler...

Eee, boşuna tavsiye olunur demedik değil mi?





06 Temmuz 2012

Ben Senden Razıyım




Sabahın bir körü, aklımda abime uğrayıp iki lafın belini kırmak ve kahvelerimizi yudumlarken olup bitene gülmek var... Sabahın telaşında hazırlanıyorum. Yüzüme yansıyan huzur, sabah tembelliğinin kahvaltı keyfi ile katmerlenince daha da bi ışıldıyor. Hayat bugünlerde güzel. Şükürler olsun... 

Abime, bir kaç gün öncesinin o karalar bağlayan gözlerinin nerelere dalıp da çıkamadığının hesabını soracağım. Cümlemi kurar kurmaz, üstelik  üzerine kızgınlığımı dile getirememişken,  çalan telefon bir ziyaretçiyi haber ediyor. Keyifle buyur ediyoruz, böbrek yetmezliği nedeniyle ölümle kavgasından galip çıkan bay E. biraz kilolu biraz yaş almış bedenini koltuğun kenarına iliştiriyor, sanki az önce önemli bir konuyu böldüğünün farkında gibi biraz mahcup söze başlıyor. Olanı biteni anlatıp, "Allah razı olsun" diyor. "Ben senden razıyım, Allah da razı olsun inşallah" diyor.  Bursa'ya kadar gelmişken ödenmek istenen vefa borcu o koltuğun ucundan kalkıp gözlerimize oturuyor. Ağır geliyor. Bir damla yaşla akıp gidiyor, yapılan iyilikler gibi o damla da denize karışıyor. 

Abim duyarlı adam, az önceki ziyaretin yarattığı havayı, dağınık masasını toplayarak dağıtmaya çalışıyor. Her hareketi bana komik geliyor. Büyümek, farkında olmak, seçmek üzerine yaptığımız sohbetin temel kaygısı; hayatımızda olan insanlar ve onlara verdiğimiz değer ile davranışlarımız ve karşımızdakinin algısının örtüşüp örtüşmediği... 

İnsanın yaşadıklarının, seçimlerinin sonuçları olduğu gerçeğini -daha bir kaç gün önceki deneyimime dayanarak- bir anekdotla aktarmaya çalışıyorum. Bana hak verdiğini sessiz kalışından anlıyorum. Esneyen bir dal olmanın direnen bir yanı olduğunu, rüzgarların asla bu esnekliğe zarar vermediğini, bir zaman önce bir dostun da dediği gibi, belki de mutluluğun ve huzrun bir bukalemun gibi, bulunduğun ortama ayak uydurmakla mümkün olabileceğini kısa kısa konuşuyoruz. Neredeyse her kelime arasına girmeye başlayan telefon konuşmaları dur durak vermeyince, söylenecekler söylenip, çıkarılacak dersler iğne ile kazındığından gelen son konuğa "ben de tam kalkmak üzereydim" deyip, gülümsüyorum.

Hayatın denkliğine, sunduğu güzelliklere, en çok da baktığımda gördüğüm huzura ne kadar razı geldiğimi fark ediyorum. Resmi binanın çoklu merdivenlerinden aşağıya inerken, hayatıma; "ben senden razıyım" diyorum. Hayatımın benden ne kadar razı olduğunu bilemeden bu evrene, bedene veda etmek istemiyorum. Bir yolunu bulma umudumu koruyarak kontağı çeviriyorum. 


görsel / deviantart

27 Haziran 2012

Hamarat Kadının Ev Tipsizi Reçelleri







Efendim, bilirsiniz benim bünyeyi, hallice rahatsızdır; geçtiğimiz hafta da kendi kaşındı, kendi başına bir güzel işler açtı. Ortaya ev tipsizi reçeller çıktı. Durum şu; bizim bir bahçemiz var (evet! zenginiz), benim bir de annem var (evet! ben ona kesinlikle çekmemişim, kendisinin her iş elinden gelir, reçel yapar yemelere doyamazsın, zeytinyağlı pişirir yanında yatasın gelir, çorbalar desen içinde yüz, öyle bir lezzet denizi...) 

İnsanın annesi bu denli hamarat olunca, bahçede yetişmekte olan çeşit çeşit meyve ve sebze -fazlası ziyan olmasın diye- farklı şekillerde depolanır. Hem kışa hazırlık olur hem de evde geçirilen vaktin bir değeri olur. (ziyan konusuna bir önceki cümlede değinmiştim) Annem ve babam (evet! benim bir de babam var ki korkarım beceriksizlik konusunda kendisinden epeyce gen almışım) Çeşme'ye gittiler. (zenginiz demiştim) İyi de ettiler... Ama gel gör ki annem bahçedeki her bir şeyin "olma" ve "toplanma" zamanını bildiğinden çalar saat gibi, her aramasında gidildi mi, toplandı mı diye sorar oldu. Olsun efendim, annedir sorar demeyin... Bence iyi olmadı... Sorması değil, onun sözüne uyup oralara gidilmesi... Çünkü şu kışa hazırlık, depolama, aman da ne güzel kendimiz ürettik halleri nur topu gibi başıma kaldı. 

Rahatsız bünye burada devreye girdi. Hayır! yalan söyle: anne, tarlaya at girmiş, bütün ağaçları tepmiş de... tarlayı fazla sulamışlar, timsah zeytinliklerin orayı kiralamış, çoluk çocuk yerleşmişler, geçit vermiyorlar de... gölün oradaki aynalı sazanlar gözümü alıyor, kör olma riskiyle karşı karşıyayım de... demedi... Rahatsız ya, iş çıkışı gitti, tarlaya, iş kıyafetiyle (bildiğin beyaz  gömlek, siyah etek, ayağında en topuklusundan terlikle (kundura olsa şarkı sözü olur...) Traktöre çıktı, korktu indi, gevrek vişne dalını kırdı, rüzgara laf attı... Karadut, beyaz dut derken mideyi alt üst etti... Olmasına daha üç beş gün olan kayısılardan koca bir torba topladı ve tarlayı terk etti. Bünye rahatsız olunca, onları dolaba tepip gezmeye gitti. Gittiği evde burun farkı ile cama girdi. Cam da burun kemiği de kırılmadı, ama çıkan sese konu komşu hayret etti. Bütün geceyi, vakti zamanında yonttursam acaba eski çağlardan bir eserle karşı karşıya kalır mıyım diye dertlendiği çıkıntılı burun kemiğinin üzerindeki buz torbası ile geçirdi. Beyin hücreleri donduğundan bugün kendisinden her hangi bir verim alınamadı. (Bu hafta da alınma ihtimali bence düşük.)

Bu gece bünyenin yan gelip yatması önlenebilirse, dut reçeli yapma girişiminin sonuçlarını bildirmek üzere yarın gene buralarda olunacaktır. Geçmiş olsun çelenkleri yerine tarlaya en az iki gönüllü, mutfağa becerikli bir yardımcı, bünyeye de soğuk bir kova su gönderilmesi rica olunur. 


EDİT: Dün gece reçeller yapıldı, çilek sos oldu, dut beton, kayısının bir kısmı inatla yapıldı ama ne yazık ki dağıldı, reçel değil de marmelat diye yutturulması planlanıyor. Kalan kayısılar annenin otoriter ses tonunun verdiği ürküntü ile talimatlara birebir uyularak buzluğa atıldı. Burun bugün şu saat itibarıyla, kapatıcı marifetiyle kamufle edildi. Az sonra girilecek bir toplantı için son hazırlıklar da tamamlandı. Huzursuz bünye, az biraz bulduğu huzur ile güne devam ediyor. Durum budur, arz olunur.




görsel / google sağ olsun, picasa çok yaşasın.

26 Haziran 2012

Mojito Aşkına



İş bu yazı genel istek üzerine yazılmıştır...

Mojito bir yaz akşamı içkisidir... Serinletici, canlandırıcı, hafif ama kışkırtıcıdır. Şeffaftır, buzludur, yeşildir. 
Bir yaz akşamüstüsü gün batımında keyfi uzatma halidir. 

Beyaz rum alınır, kapağı açılıp şöyle bir koklanır. Dalından koparılmış bir avuç taze nane yapraklarının yanına özenle konur. Lim, şişenin sağ yanında durur ve küp şekerler lim, nane ve bardağın etrafına serpiştirilir. Sade soda buzdolabından çıkartılır ve buz kalıpları kontrol edilir. Buzlar bir arzu nesnesidir, irice tuz edilir... Bu hazırlığın en önemli unsuru havan tokmağıdır; ağaçtan olanı makbuldür. 

Mojito bir ayinin orta yerinde bilmediğin bir duayı okumaya çalışmaktır: ilahi bir yükselme, inançlı bir teslimiyet ile mümkündür. 

Bardak tezgahtaki yerinden alınır, iki ölçü şeker ki genellikle tatlı kaşığı iledir -benim tercihim daha az şekerle hazırlamaktır- özenle suyu çıkarılmış lim eklenir -ki şekerlerin üstünü bir kuş tüyü yorgan hafifliğinde örtmesi beklenir- dallarından ayrılmamış yaprakları, nanenin tüm parfümünü verebilsin diye gelişi güzel bardağa konur, havan tokmağı ele alınır, bir savaşçının kılıç kuşanmasına eş değer bir cesaretle; lim, nane ve şeker birbirine harman edilir, burada beklenen kılıç kuşananın ezici bir üstünlük sağlayabilmesidir. 

Karışımın kokusu içe çekilir, canlandırıcı etki işte tam da buradadır, eklenecek olan soda hafifleticidir, buz serinletici, rum kışkırtıcı... Ölçü isteriz derseniz, rum sodanın yarısı kadardır, başka bir deyişle, soda iki ölçü eklenir, köpürtülür ve bir ölçü rum eklenerek sakinleştirilir. Buz parçalıkları bardağa eklenir, ille süslü olacak derseniz, kiraz mevsimidir, içine bir tane atılıp yeşilin hükmü kırmızının en can alıcısıyla sonlandırılır.

Geriye bir gün batımı kalır, palmiye ağaçlarının gölgesine saklanmış bir teras şart değildir. Keyif garantilidir. 








25 Haziran 2012

Gündelik Yaşam





Vergi dairesinden gelen haber ile ettiğim küfürlerin arasındaki sıkı bağla boğmak istiyorum onu. Evet! Ayrıldığımız dönem ve sonrasında bir kez bile kötü söz söylemeyen, söylemek isteyeni susturan, ben fark etmeden ağzından kaçıverenden uzak duran ben, geçtiğimiz hafta sözlüğüme yeni yeni küfürleri dizdim. Uzaktan bakınca bence gayet anlamlı bir bütünlükleri ve hatta biraz üzerine düşününce yaratıcı bir süreçten geçip de dile geldikleri belli oluyordu. Ama gene de asabiyetime anlam veremeyenler oldu. Üzerine gördüğüm rüyalar halen akıllanmadığıma işaret gibiydi, neyse ki dün akşam gördüğüm rüyada onu havaalanının orta yerinde bıraktım. Anlamadığım neden oğlunu tatile yanımda götürdüğümdü, ama pek üzerinde durmadım. 

***

Uzun zamandır iş arkadaşımın oğlunu kreşten alıyor, akşama uzanan 1-2 saati beraber geçiriyor ve bu durumun yansımaları üzerine düşünüyorum. İnsan 40 yaşına gelince ve bir çocuk yapmayınca ve bence işin kötüsü bir çocuk yapmak için çok hevesli olmayıp ama çevrenin etkisi ve baskısı ile "acaba" diye sorunca, bir de üzerine çocuk ile olan iletişiminin onda yarattığı "aslında neden olmasındı ki" duygusu ile boğuşunca, yorgun düşüyor... Oysa bir çocukla çocuk olmak ile o çocuğun dilini anlamak arasında uçurum kadar fark olduğunu da biliyor. Belki de bildiği tek şey de bu... Hal böyle olunca, bu bildiği tek bilgi ile anne olup olunamayacağının pek de farkında değil... (im) Ama sıklıkla duyduğum bir şey var ki o da, "senden harika anne olur"(mu?)

***

Ne zaman pazara özenerek çıksam ve o hafta evde yemek yapma kararı alsam çılgın bir davet yağmuruna yakalanıyorum. Mesela bu hafta sebze ağırlıklı bir beslenme için; enginar, fasulye, salata malzemeleri ve karpuz, kiraz, armut ve kayısı alıp geldim. Hafta ortasında durum şu; enginar pişti pişmesine ama iki parçası halen dolapta, bu gece yendi yendi, yenmedi keyfi kaçacağından yarın zayi olacak; fasulye pişemeden sararmış, kalan sağlar bizimdir diyerekten bu gece pişirdim pişirdim, pişiremedim, tüh yazık oldu, pek de güzeldi boncuk boncuk diye ardından hayıflanacağım biliyorum; salata malzemeleri yaprak yaprak karardı, domatesler bir gece menemen karpuz menüsünde değerlendirildi, karpuz, kiraz, armut ve kayısı an itibarıyla bu gece de yenecek ve bitecek. Son hesapta zarar ziyanın eşiğindeyiz bence.

***
Cuma günü gelen bir haber ile soluğu Kocayayla'da aldık. Ne piknikti ama... "Kurtlu Peynir" diye diye adımı çıkardılar, tamam yerimde duramıyorum, öyle boş boş oturmak bana göre değil ama harika bir iş yapıp, çam ormanının göbeğinde gözleme açtım, pişirdim ve afiyetle yedim. Ayşe Teyze vardı ekibin başında, o yöreden yaşları 40 ile 73 yaş aralığında değişen 6 "tiyze", "ilegen"lere kabarması için koydukları hamurlarla bir bir gözleme açtılar bize. 73 yaşındaki Ayşe Teyze, genç yaşında dul kalmış, komutan o. Sevimli mi sevimli, zaten pire gibi. Durduğu yerde durmuyor, akşamüzeri beş gibi ocakları söndürüp, çileğe gidecekti. Akşama sana geleyim dedim, Bursa sıcaktır. "Buyur gel yatacak yerim var ama yemek filan yapamam sana, ni yiyeceksen yi gayri" dedi. Gülüştük. Pek sevdi beni, cana yakınmışım öyle dedi. Bir ara çay servisi de yapınca benden iyisi olmadı Kocayayla'da... Orman'ın getirdiği odunlardan bir çuval alıp eve götürmek istedi ki, o ana kadar herkes bir kaç çuvalı götürmüştü bile... O izin istedi, vermediler... Döndü geldi, komşularının al ısrarları karşısında da, "ben onun karşısında namaz kılıp rahat edemem, o odunla pişirdiğim yimeğin lezzetine varamam" deyip, bir tane bile odun almadan biniverdi traktörüne... Elini öptüm, helalleştik, "çay içmeye gel, bak bekliyom" dedi. Sonra da dönüp, "15 gün gelme ama, yövmiyeye gidecem ilgilenemem senle," dedi. 73 yaşında Ayşe Teyze, ekmeğini çıkartmak için onca yaşında yövmiye karşılığı çilek tarlasına gidiyordu. O gece bana hediye ettiği çilekleri ziyan etmeden reçel yaptım. Sonuç ilk deneme için başarılı değildi. Ama Ayşe Teyze'nin mis kokulu çileklerinin kokusu evin her yerine yayıldı. Hayat bazı yerlerde bazıları için hiç de kolay değildi.

***

Hafta sonu tembele bağladım. Mümkün olsa hiç çıkmayacaktım ama iyi ki çıkmışım dediğim bir an'a tanıklık ettim. Hayat sürprizlerle dolu. Seçtiğim kardeşim, önce evlendi, sonra Bursa'ya yerleşti, sonra Ela'mız geldi. Geriye dönüp bakınca bunlar planlanmayan şeylerdi. Bugün yarın Almanya'ya yerleşiyorlar. Onlar adına mutluyum. Kızımız zaten Avrupa standartları ile uyumlu doğdu, bildiğin beyaz ten, uçuk sarı saçlar ve renkli gözler... Mutlu olsunlar diliyorum. Hayatın açtığı kapılardan geçmek ve orada mutluluğu bulmak herkesin harcı değil. Onlar daha da fazlasını hak ediyorlar.Dilerim mutlu olurlar. Ela'nın müsameresi olmasa ve belki de seneye giderim diye erteleyeceğim bir durum olsa cumartesinin yılgınlığında gider miydim oralara bilemem ama bahane arardım kesin. Ama dedim ya iyi ki gitmişim. 

***

Pazar günü daha da bir garipti. Yalnızdım. Herkes sevgilisiyle, karısıyla, çoluğu çocuğu ileydi... Ben evde tek başına volume 10768'i çevirecektim. Havanın basıklığı ile tenimin yapış yapışlığı arasındaki sıkı bağı soğuk duşla bozmaya çalışıyor ama her seferinde daha da başarısız oluyordum. Neden ben diye sorup, bunalımın dibine vurmak için, bir dehliz olan sorular yumağına doğru ilerliyordum. Çareyi, klimayı açıp kendimi derin uykulara hapsetmekte buldum. Daha doğrusu bulduğumu sandım. Uyku beni tutmayınca ben de ısrarlı davranmadım ve onun peşini bıraktım. Kendimi sokağa çıkmak konusunda ikna turlarımın 18.sinde giyindim. Ve buram buram bir hayatın kollarına kendimi attım. Sahi neden ben? Bu soruyu attığım her adımda kendime daha da yüksek sesle sordum. Eve geldiğimde, şarj olsun diye bıraktığım telefonumun ışığı yanıyordu... Pazar pazar kimin aklına düşmüştüm ki... Gelen maili okuduğumda kocaman gülümsedim. Hayatın anlamı bu olsa gerek dedim. Sen kendini yapayalnız hissettiğin bir anda, sesini bile duymadığın, gözlerinin rengini bilmediğin bir yürek sana sesleniyor... Orada mısın, diyor ve sen neden ben sorusunun cevabını buluyorsun bir anda. Buradayım, diyorsun... Orada bir yerde, senin burada bir yerde olmanı dileğen sımsıcak bir yüreğin varlığına şükrederek. Günü bir mojito ile kapatıyorsun. Pazardan aldığın lim, taze nane yaprakları, bir kesme şeker, rom ve sodayı kırmızı kareli diktörtgen bir tepsiye diziyorsun. Buz kırıntılarını ve tokmağını almaya gittiğin bir anda telefonun çalıyor... Yüzündeki gülümseme tüm eve, oradan da kapısı açık balkonun demirlerinden mahalleye yayılıyor... Yaşamak için karşına birbir ve planlı bir şekilde çıkan küçücük nedenlerini birbirine ekleyip, yarına dair umutlarını katıyorsun yudumladığın içkine... Balkon daha bir büyük geliyor artık gözüne, evin duvarları daha bir yıkılıverecekmiş gibi... Güçlendiğini hissediyorsun gülümsedikçe. Balkondaki sardunyalara suyunu veriyorsun, kımıldayıveriyor dalları, çiçekleri daha bir bordo oluyor sen onlarla konuştukça. Hayat diyorsun, bir umudun ucunda... Varsa ne âlâ, kaybedersen bir ayağın hep çukurda...


















görsel / deviantart