31 Temmuz 2013

Saf, Kör ve Bir O Kadar Şapşal




Benim bünye problemli deyince kızıyorlar... Problem şu: benim bünye yüksek olasılıklı iyimser bir senaryodan yola çıkıp, düşük olasılık kötümser bir senaryoya saniyenin 10'da biri bir hızla ulaşıyor. Yani düşünün farklı kombinasyonları ile yaklaşık 300 senaryoyu üretip gidip en düşük ihtimalli en kötümser senaryoyu bulup, o senaryo üzerinden bir gerçeklik yaratıp sonra bunu rüyasına taşıyıp, uyanınca da; ne rüyaydı be kardeşim yazsan yazılmaz dediğim bir itirazlar silsilesi içinde "acaba mı ulan" düşünce balonları ile dolaşıyorum... Sonra benim bünyede var mı arıza deyince üstene bir de azar işitiyorum. Hayır anlamadığım be insan yani bizzat kendim oluyorum bu durumda, tersine çevirsene dünyanı. Hayır, her bir haltı beceriyorsun da bunu neden beceremiyorsun anlamıyorum. Kendimle hasbi-hal volume.2321234534534534545

Ya da şöyle diyelim, 300. senaryoda ben tamamen saf, kör ve şapşalım.

30 Temmuz 2013

Ağustosa Bir Kala Düştün Aklıma




Kadın ve adam... Bilirsiniz klasik bir hikayedir aslında. Kadın ve adam... Her aşkın kendine has seslenişleri vardır. Canımdır, aşkımdır, evrenimdir, hayatımdır... Bir de; adam ve kadın vardır. Endir, belki de bu yüzden hep bir tebessümdür. Hep özlenen, hiç bitmeyendir. Her akla gelişte, bir sımsıcak keşkesiyle birliktedir. Ve elbette çoşkulu bir iyikidir... 

Adamın yaşadığı yer kurulan hayallerin başkentidir, kadının yaşadığı yerse bir terminaldir akla her düştüğünde. Varmaktır biraz adam, kalmaktır biraz kadın... Güzeldir ikisi de, öyle güzeldir ki, kahverengi gözlerinden eksik olmaz ışıltısı her ikisininde. Öyle işte der kadın, öylede saklı ne varsa bilir adam. 

Kadın ve adam... bilirsiniz sıradışı bir aşktır aslında aralarında var olan, kavuşulmayan belki de kavuşulamadığı için hep masallarda anlatılacak mutlu bir sonu olan. 




22 Temmuz 2013

Temmuzda Aşk Başkadır


Temmuz bizim köyde kiraz zamanıdır...
Bizim köy dedimse, kan bağımızdan değil de keyif bağımızdan derim öyle.

Haftasonu kaçamaklarının en lezizi kesinlikle Temmuz ayında olur...
Kiraz bir yandan selam ederken dallarından, ahududu yolunuzu keser... 
Hemen öncesindedir eriğin geçme faslı... 
Kızarmış halleri ile komposto olmaktır artık onun da kaderi, 
bunu bilirmiş gibi düşer avucunuza bir akşam vakti. 




Her daim keyiftir bizim köy evi... 
Geleni gideni eksik olmaz...
Dostlar sağolsun.
Bu yıl bir de keyif noktalarını çoğaltık, 
pek yakışıklı oldu köy evimiz anlayacağınız.

Annem babamın emekleriyle var olan ev, bizim emeklerimizle yaşıyor şimdi... 
Ne mutluyum bilseniz bu yaz... 
Hiç geçmese ya da çabuk gelse cumalar,
vallahi olmaz hayatta bu kadar haz :)



Hep keyif olacak değil ya haftasonları, bu haftasonuna biraz macera kattık.
Aras Şelalesi çağırdı bizi...
Dostlarla düştük yollara.
Vardık ketenli yaylaya.
Rüzgarın sesi karıştı pınarın sesine, hepimizde bir çocuk gülümsemesi.

Uzun ve dik bir patikadan vardık Arasın kollarına...
Öyle deme bir bir buçuk saat sürüyor tırmanma, 
arada doğa insafa gelmiş yüz patikalar da vardı elbet on adımlık nefesler almaya.

Taşlı yollarından tırmandık sırtımızın teri kurumadan...
Suların zerresinde yıkadık yüzümüzü durmadan.

Damağımızda Nilüfer deresinin çocukluk tadı, düştük yollara akşamın mangalını soğutmadan...
Varmak mı zor dedik, yoksa dönmek mi... bilemedik.
Biz bu hafta cennetten bir cumartesi pazar geçirdik...

Bol kahkaha süsledi geceyi, bir de ay vardı ki sorma!
Yaktık açık hava şöminesini kurumuş meşe dallarıyla, 
kozalaklar ekledik çıtır çıtır yankılansınlar diye havada...



Aşka geldik dedim ya, boşuna değil...
Belki biz hazırdık, belki de doğa...

Sürç-i lisan ettiysek affola! 


12 Temmuz 2013

İç Sıkıntısı


Sizin hiç başınıza gelir mi bilmem, kafamın dikine gittiğimden midir nedir, benim gelir: İç sıkıntısı!

Birden bireymiş gibi durur, sanki hiç beklemedikmiş gibi. Geriye dönüp taşları biraz oynatırsam hemen bulurum başladığı noktayı. Geride... hatırlamak istemeyeceğim kadar geride kalmış bir andadır olup biten. O an gelir gözlerimin önüne. Bir film şeridinden çok bir fotoğraf karesi gibidir. Donup kaldığımdan belki, an da donar. Evet! İç sıkıntısı kanımı dondurur. Kapatırım dünyayı kendime, kendimi dünyaya... Evren olmak daha bir zor gelir böyle zamanlarda. 

Ekim mi  dediniz bayım... Ekime kim öle kim kala bilir misiniz?

Yazmıyorsun dediklerinde yaşıyorum diyorum... Sahi tam olarak ne olacaktı Ekim de... Hem yaşamak da nedir ki, nefes almayı bile zül gören birine

Ah kafam onca sesi alıp saklıyorsun içinde, derinlerinde, sonra öyle zamansız öyle anlamsız zamanlarda düşüveriyor ki çenen... Yeter, bildiğin dağlardan değilim ben, yağdırma karlarını üzerime.

Sahi... Kaç ay daha var saymadım ama uzun gibi... Günler  haftalar aylar seneler akıp gitmedi mi diyorsun ya... Gitti... yepyeni bir yaşın akılsızlığında içimin sıkıntısı ile boğuşuyorum. Canım geldi gitti. Seni seviyorum yazdım diye kızdı bir de üstelik... Altına yok yazacağım derken bok yazdı. Haberci gibi bugün olanın bitenin... Bok ki ne bok...

İç sıkıntısı mı dediniz bayım... Benim ki öyle bir iç ki hep sıkıntıda. Mesela bir düş kurdur sen benim içime... Şöyle en güzel dağın tepesinde en güzel kiraz ağaçlarının gölgesinde... Bildiği sıradan ama sımsıcak bir ev olsun bir köşesinde... O evde yangınlar çıkar benim düşlerimde... O ev yıkılır en sert rüzgarlarda ki dağ başı dedimse düş ya bu rüzgar esmez kışın soğuğunda bile... Gel gör ki yıkılır gene de o ev bir akşamüzeri şömine ateşi karşısında üflediğim bir mum alevinde...

Ne demiştiniz bayım... Hamile miyim... Ekim gibi midir doğumumun sancısı... Kısa uzun nefeslerle midir? Normal midir? Nedir bayım! Susmasanıza, siz ki düşlerimin en konuşkan karakteri... Düşlerimden çıkıp karşımda dursanıza.








fotoğraf / buradan

10 Haziran 2013

Kısa Bir Gezi'nti



Günlerdir elde telefon -twitter-, gündüzleri işte, geceleri bulvarda, eve dönünce gözler halkın tv'sinde geçip gidedursun... umut yerini -eh be kardeşim, insan azıcık da kendi sesinin dışındakilere kulak kabartır- cümlelerine bıraktığı bir vakitte -hadi kalk gidelim- olduk! Dağ evinde sezonu geçen hafta yaptığım temizlik ile açmıştım. Bu seferki iş biraz daha karışık, biraz daha -faiz lobisini- ilgilendiriyor gibiydi. Meseleyi yerinde çözecektik. İnatçıydım. O evin çevresine o taş kaldırım ördürülecek ve çakıl taşları ile kütüklü yol ille de yapılacaktı. 

İki güne sığdırılan küçük çaplı araştırmada, bankalara kredi için başvurmayı gerektirecek kadar bolca paraya ihtiyacım olduğu gerçeği ile yüz yüze geldim. İnsan duvara toslayınca gerçeklik boyut değiştirir. Önce çakıl taşlı kütüklü yol hayalimden daha sonra da evin çevresini kuşatacak o taş kaldırımdan vazgeçtim. Taş kaldırımdan vazgeçince çakıl taşlı kütüklü yol daha cazip bir hal aldı. Ne de olsa yapısal bir oluşum değildi ve doğal çevrenin bir parçası olmaya adaydı. Üstelik parasal anlamda beni bunaltmama ihtimali vardı. Hal böyle olunca, ulan daha 5 dakka önce paran olsa izleyeceğin yol bambaşka olacaktı, dedim kendime. Çulsuz olmak da güzeldir bazen ve bazen paranın açamayacağı kapıları aralar insana... Ah doğa, nasıl da baş eğdirir, baş eğersin zamanla... 

Gün, otları biçelim, ağaçları budayalım falan derken, önce kızardı, sonra bulutlu grimsi bir hal aldı ve nihayet geceye devretti görevini. Kuşların seslerine çakallarınki karışınca düşündüm: Bu evi sırf doğal bir hayatın içinde olabilmek için ağaçtan yapmamış mıydık? O gece düşünü kurduğum her şeyin, beton binaların arasında sıkışıp kalmış hayatımı yeşillendirmek için olduğunu hatırladım. Oysa şimdi, şu anda, betondan ve betonun soğukluğundan çok ama çok uzaktaydım. Düşünü kurduğum yeşilin orta yerinde... 

İnsanın gerçekleri hayallerinden ilham alır sözünü severim. Motto ilan ettiğimden beridir, görüyorum ki, neyi düşlediysem hemen hemen yaşamışım. iyisini de em kötüsünü de... Uykuya dalmadan önce dağ evindeki yaşamı kendi doğal akışında bırakmaya karar verdim. İnsanın da inadı bir yere kadar değil mi? Doğal bir yaşamın parçası yeşile dokunmamayı -o köyde yaşayan kuşların, sincapların ve farelerin anılarına saygı duymam gerektiği bilinci ile- görev bildim. Meseleye üç beş çapulcu diye de bakabilirdim ama canlıya saygı ile başlayan ahlakı yaklaşımım din temelli öğretilerin neredeyse bütününü yok sayan aklıma iyi bir ders verdi. 3 yıl öncesine gittim: 

Ağaç -kütük değil bildiğin ağaç- evin güneş gören yüzünde kendine kaçak kat çıkmak sureti ile yuva yapan sincabın sabaha kadar çıkardığı gürültüden uyuyamadığım sabahlardan birinde karar vermiştim; yolu yoktu bu sincap bu evi terk edecekti. Şehre döndüğüm ilk akşam araştırmaya başladım. Kovuculardan zehirlere uzanan bir yolda uzun upuzun araştırmalar yaptım. Bu üçüncü yıl... Sincap ve ben aynı evin farklı duvarlarına başımızı yaslayıp uyumaya çalışıyoruz. Aklımdan zaman zaman -eh artık yetti- nidaları geçse de, o sincabın bir akşam üzeri, ağaçların dallarından zıplaya hoplaya evine dönerken, beni görüp de hızla geriye dönüşü ama evine gitmek için de çaba harcamaya devam edişi ve yavrularının çığlıkları ile beni takmayıp yuvasına gidişini hiç unutamam...  Sanırım ilk defa o zaman göz göze gelmiştik. Ve iddia ediyorum ki, ayran kafası bile olsa, vicdanı olan bir insan bir canlının gözünün içine bakıp da bir canlıyı öldüremez. Bana hiç bir zararı olmayan  o hayvana dokunamadım. Sırf kendi korkularım yüzünden onun yaşama hakkını elinden alacak gücüm var diye canını almadım. Bu bir tercihti ve asla benimki olmayacaktı. Olmadı da... yan komşum -yol ver gideyim, o sincabı ezeyim- dedi bir seferinde, sessiz kalamazdım, adama saatlerce doğanın dengesinden, yaşama hakkından ve nereden konuyu bağladım bilmiyorum ama direnişten bahsettim. Dağda çeken tek radyo kanalı olan TRTFM dinleyicisi komşum, uzun süreli bir şok tedavisi için şehre doğru yol alırken, ona TOMA'lara dikkat et dedim, suları dağlardan akanlar kadar berrak olmayabilir. Şaşkın şaşkın yüzüme bakan karısına gülümseyip, TOMAlara ve onların önünde duran ve henüz  ne olduğu belirlenememiş çocuklara da dedim. Gülümsedi kadıncağız, dağ başında uçmuş bu dedi... Eminim öyle dedi, uzaylı görmüş gibi bir hali vardı. Gözlerim yaşardı, havada gaipten bir biber gazı... 





07 Haziran 2013

Light in Babylon ya da Kala Kalmak Bir Akşam Vakti




Günlerdir süren gezi direnişi, bir gece vakti yapılan konuşma ile yeniden alevlenecek gibi... Oysa kütüphanesi, aş evi, bale gösterileri, caz korolarının şarkıları, namaz kılan gençleri ve çöp toplayanları ile ortak bir yaşamın mümkün ve ne kadar güzel olabileceğine dair onlarca ayrıntıda ip uçları veriyor... Tabi ki anlayana!

Amacım bir arkadaşıma -daha önce sahnede izleme fırsatı bulduğum ve yine bu blogta ver verdiğim grubun  yani- Boğaziçi Caz Korosunun videosunu izletmek... Videoyu izlerken yanda sıralanmış videolar arasında donuk bir görüntü ile ekranda beliren kız tanıdık geliyor bana... Evet! Bu o kız... Şu aylar önce Beyoğlu'nun soğuk bir kış akşamında sesine hayran olup da sokak ortasında kalakaldığım kız... İbranice yanık bir ezgiyi... Vura vura ama aşkla kendinden geçmişcesine söyleyen, dinlerken içimde bir yerde bir şeylerin uzun ve soluksuzca cızzzzzz etmesine sebep olan o kız!

Siz sokakta dinleyin... Ama lütfen ne yapıp edin ve sokakta dinleyin. Bak lütfen siz gidip o kızı sokakta dinleyin. O ortamda... O atmosferde... Seslerin, renklerin, dillerin ve dinlerin birbirine karıştığı ortak bir yaşamın mümkün ve ne kadar güzel olabileceğine dair onlarca ayrıntının gizli ip uçlarının olduğu o sokakta dinleyin... Hani hemen şu gezi parkının yakınında binlerce insanın gelip geçtiği o sokak aralarında dinleyin. İnanın pişman olmayacaksınız. İnanın kala kalacaksınız. İnanın bir gün bu dünyada bir yerde herkesin tüm farklılıklarına rağmen bir arada ama mutlu, ama gülümseyen, ama salt sevgiye ve insanca yaşamaya inanan insanların çok, düşündüğünüzden pek çok olduklarına ikna olacaksınız.





05 Haziran 2013

Bu Kent Nazım'ı Sevdi




Tam da zamanı gibiydi... Tesadüfün böylesi başka nasıl açıklanırdı bilmem ama memleket sevdalısı memleketinde bir ağaç için başlayan direnişe ölümünden 50 yıl sonra destek verdi:

"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine"

Nazım Hikmet Kültürevi'nde açılan 'Alnımın Çizgilerindesin Memleketim' adlı sergide Nazım'ın resimleri yer alıyordu, attığınız her adımda Nazım usulcacık sırtınızı sıvazlıyordu. Öyle usul, öylesine aşkla...

Sonra konser başladı. Güleç  ve aydınlık yüzleri ile sahnede yerlerini aldılar: Nedim Yıldız, Erkoç Torun ve Ali Seçkiner Alıcı... Yani Üç Anadolu Topluluğu...

Sonra sesler karıştı yüreklere, yürekler karıştı birbirine... Umudun sıcaklığı, sevginin merhameti yayıldı konser salonuna... Soluksuzdu herkes. O sırada karıştı tava tencere sesleri ıslıklara... Coşkusu yükselen bir çift gözdü gördüğüm. AŞKLA...

Yunus Emre oldu herkes, Nesimi oldu, Muzaffet İlhan Erdost oldu sonra... Sonrası Rüştü Asyalı sesinden bir Nazım şöleni... Geri planda Nedim Yıldız besteleri... Şiirler söz oldu, şarkılar marş... Coşkusu yükselen bir yürek gördüm... Olanlar oldu... Tencere tava sesleri karıştı ıslıklara... Umut ışık, ışık sahne, eller ses oldu... Sesler bağırdı ardı ardına... Karıştı ağaçlar ormana...

"Yaşamaktı o gece olan biten... Yaşamak insan gibi, direnmekti insanca... Yani akrep gibi yaşamanın ne anlamı vardı değil mi ama..."

Güzel oldu... İyimserim Dostlar diye bitti konser... Islıkla karıştı havaya... Tencereler tavalar sonrasında... 

Sanki o anda durdu zaman, sanki iyimserdi bütün bir dünya...
Sonra yürüdük bir uzun yol boyunca... 
Sonrası alkışlar, 
sonrası aydınlık, 
sonrası yarınlar... 

Sonrası Moskova'da bir kış günü

Yüzüne yılbaşı ağacının telli pullu
aydınlığı vuran çocuk,
belli, bilmiyorum neden, ama belli
yaşayacak benden iki kere çok.
Kosmosa filan gidip gelecek. İş bunda değil.
Yeryüzünde görecek mucizenin büyüğünü :
tek insan milletini pırıl pırıl.
Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi...




03 Haziran 2013

Oradaydım



Biraz babam için oradaydım, biraz annem için... 
Biraz doğa için oradaydım, biraz özgürlük için... 
Biraz dayanışma için oradaydım, biraz karşı koymak için... 
Oradaydım.
Orada bir insan olarak dimdik durmak için... 

 #direngezi #bubirsivildirenis







görsel / google_direniş

22 Mayıs 2013

Böylesi Herkese Gerek




Zamanın içinde bir yerdeyim... iyiyim. Kendime dönük hayatımın orta yerinde bir bahçe, içinde çeşit çeşit çiçek açan bitkiler, çam ve meşe ormanları. Ben yavaşladıkça yavaşladı zaman, daha çok şey sığar oldu kısacık hafta sonlarına. Neresinden başlasam, nasıl anlatsam hallerinde, zihnimde dolanan onca cümle yazılmayı bekliyor. Nedense de daha çok iş yaparken takılıyor cümleler, oysa yaşarken öyle mi? Ne cümle kuruyor akıl ne fotoğraf çekiyor el... Yaşıyor, hissediyor yürek.  Bence böylesi yaşamak herkese gerek.

Güzel şeylerin ardı arkası kesilmiyor ben "ben"e vakit ayırdığımdan beri. Düşünmediğimden belki de olup biteni. Komik gelecek biliyorum ama bir "merak ödevi"m var bugünlerde elimde sürüklenen. Sürüklenme sebebi işlerin yoğunluğu, nasıl bir yorgunlukla geceyi sabaha taşıyor kafamın içindekiler anlatacak kelime bulamıyorum şu an. Haftanın içi böyle geçip giderken, bir bakıyorum cuma akşamı olmuş, dostlarla bir sofra kurulmuş, sofranın orta yerinde kocaman kahkahalar, cumartesiyi pazara bağlayacak planlar... Yaşanıyor dar vakitlerde en derin duygular. Dedim ya bence böylesi duygular herkese gerek. Kitap bile gelmiyor aklıma... Okuduklarıma sayayım diyeceğim ama, siz de bilirsiniz her okumak başka bir dünyanın kapılarını aralamak tek başına. Ama nedense bugünlerde "yaşamak" daha ağır basıyor "boş vakitlerde ne yaparsınız" sorunsalında. 

Nasıl oldu diyeceksiniz, nasıl oldu da senin gibi huzursuz bir bünye huzur buldu şu dünyada... "Doğa" efendim, bildiğiniz hemen yanı başınızdaki doğa... Bir de sanırım "güzel büyümek". Evet! İşin sırrı "güzel büyümek"te. Sen güzel büyüyünce baktığın da, gördüğün de, bulduğun da, sunduğunda "güzel" oluyor. Derle ya hani "gülümsemek" ilaçtır. Gülümsemek ilaçsa sevmek "gençlik aşısı"... Siz yüreğinizde sevgiyi büyütün kısa bir zaman sonra ne kadar "güzel büyüdüğünüze" şaşıracaksınız. Demedi demeyin, bence böylesi büyümek herkes gerek.




03 Mayıs 2013

Maraz



Bu sabah her zaman ki gibi bir sabah olmasını çok isterdim ama ne yazık ki değildi... Akşamından belliydi sabahımın iyi olmayacağı... Sesim küçülmüş, enerjim düşmüştü. Üstelik senaryo yazmaya meraklı kafamın içinde dolanan cümlelerden kırbaç yapsam tilkileri bile kovalardım ama dedim ya enerjim yoktu böyle şeylere. Onun yerine köşe koltuğuma oturup bekledim. Bir süre sonra çalan telefondaki ses enerjilerini sevdiğim, birlikte olmaktan çok keyif aldığım ne hikmetse uzun zamandır bir araya gelemediğim arkadaşlarımdı, üstelik benim mahalleden geçerken sesimi duymak istiyorlardı. Ufaklığa park sözü verdikleri için onlar gelir gelmez parka doğru yol aldık. İki yaşında bir beyefendiydi karşımdaki, elimi uzattım "iyi akşamlar" dedim. Elini uzattı ve "İdi vidi" dedi. Akı babasının adıydı. Sıklıkla ona seslenip bu hiç de alışık olmadığı mahallede gördüklerini heyecanla babasıyla paylaşıyordu. Yürüyüş parkuruna gelince beraber koşmaya başladık. Enerjim yerine geldi. Hayatın mucizelerinden biridir çocuklar... Kaydıraktan tek başına kaymayı istediğinde saymaya başladı... "bir di al be ü" yani "bir, iki altı, beş ve üç" önemli olan üçtü adına yakışır bir şekilde "poyraz" gibi uçtu. 

Eve döndüğümde sehpa üzerinde duran telefonumda cevapsız bir çağrı gördüm: ruh annem de koşup gelmişti o gece... Biraz sohbetten sonra "ailenin davetiyeye ihtiyacı yoktur" dedim. " Geleceğiz elbet". Gülümsedim. "Sahi ne zaman büyümüştü de evleniyordu bizim mahallenin ufaklığı"

Gece uykum uyku değildi, ama neydi diye sorarsanız da bir cevabım yok. Sabah gri bulutları uyandım. Güneşe iyi geliyordu ama dedim ya bu sabah her zaman ki gibi bir sabah olmayacaktı. Uzun süre yatakta debelendim ve kahvaltı etmek fikri ile yataktan çıktım. Duş, hazırlık, kahvaltı derken saat geldi. Ayaklarınızın geri geri gittiği bir ilişkiniz varsa durma vakti gelmiştir aslında. Ama hayat durdurmaz sizi, bekleyen faturalar, borçlar, sorumluluklar biraz daha dayanayım demenize sebep olur. İşe koyulmak üzere merdivenleri teker teker indim... Üçer üçer geri çıktım. 

Otoparka gittiğimde parke taş üzerinde yatan iki kedi yavrusu gördüm. Hemen yanlarına gittim ve birinin çoktan ölmüş olduğunu fark ettim. Diğer kedi kafasından darbe almıştı ve kulağının çevresinde kanlar vardı. Nefes alıyor ve ağlıyordu. İş yerinden arkadaşım zaten öleceğini onu orada bırakmamız gerektiğini söyledi. Arabaya doğru yöneldim ama içime sinmeyince bagajda bir şeyler aradım. Ayakkabı kutusunu boşalttım ve bir torbayı eldiven yapıp kediyi kutuya koydum. Yol boyu ağlayan kediyi üniversitenin hayvan hastanesine yetiştirdim. Gerekli tedavileri yapıldıktan sonra belediyeye gönderiliyormuş. Bilmem hayatını kurtarmakla iyi mi ettim. Hani derler ya iyilikten maraz doğar... İşte ben orada biraz tereddüt ettim. 










02 Mayıs 2013

Ne Fayda



Dilin kemiği olmazsa, kırarsın en yakınındakini...
Ne fayda sonrasında üzülmek, 
sen vur kafanı duvara ya da 
otur ağla bir köşe başında tek başına...
Ama ne fayda!



10 Nisan 2013

Gerçekler Hayallerden İlham Alır


"Başka işin mi yok, olmaz o iş"
"Ruhum bedenime dar mı geliyor ne"
"Sanki başkasının hayatını yaşıyorum, bu ben miyim?"
"Neden o yapabiliyor da ben yapamıyorum, çünkü....."
"Bu hayatın benle bir derdi var, nedense hep bana ters gidiyor"
"Hayal bunlar..."
"Neyi nereye bırakıp gidiyorsun, iş güç, okul, çocuklar..."

Uzar gider bu liste... Bu ve buna benzer cümlelere aşinayızdır, bazen kendi sesimizdir duyduğumuz bazense yakın bir arkadaşımızın. Bugün benim doğum günüm. En güzel hediyelerinden birini sundu bana evren: "hayalin olsun"




Erden Eruç'u dinlemekten, ona hayran olmaktan, hayal kurmaktan geliyorum. "Bir avuç insansınız, bu bir tesadüf değil, bir seçim" diye başladı konuşmasına... "hayalleriniz olsun" diye devam etti, "öncelikleriniz olsun" diye tamamladı sözlerini.

52 yaşında Erden Eruç... "benden bir on yıl daha iş çıkar" diyor gülerek ve ekliyor, sonrası  için plan hazır;
yaptığı ve yapacakları için cümlelerin başına "en yaşlı"'yı eklemek...

Bu doğum günü bana "bahanelerinden kurtul" dedi... Bakalım söz dinleyecek miyim?



görsel / buradan





05 Nisan 2013

Saat




Uyanır uyanmaz kötü bir gün geçireceğimi anlamıştım.* Saat çalmamıştı. Köşesi açık kalan perdeden neredeyse yağdı yağacak gibi duran koyu gri, ağır bulutları gördüm, bir de camdaki yansımamı. Gözlerim… gözlerim… o bulutlar gibiydi; yağdı yağacak! Oysa yeni uyanmıştım. 

Neyeydi yüreğimin yası? Nasıl bir rüya görmüştüm… Görmüş müydüm… Uyumuş muydum… Sorulara soru işareti bile koyamayacak kadar yorgundum. Yatağın içinde gerindim. Kaslarım…kaslarım öylesine ağrıyordu ki… ya da kemiklerim… ağrı ayak parmaklarımdan… bacaklarıma… kasıklarıma… karnıma… göğsüme… kollarıma… boynuma… başımın arkasına… saçlarımın ucuna… öylece çıkıp gitti ağrı saçlarımın ucundan. Arkasında bir ah bile bırakmadan. O kadar hızlı, bir o kadar amacından kopmuş, başı boş bir ağrıydı ki… dönüp bakmadım. 

*** 

Uyanır uyanmaz kötü bir gün geçireceğimi anlamıştım. Saat çoktan çalmıştı. Onu bile duymamıştım… Öyle kütük gibi, koyu kahverengi, ağır bir uykudan uyanmıştım. Köşesi açık kalan pencereden bulutlarla oyun oynayan, neredeyse parladı parlayacak olan güneşi gördüm, bir de karşımda duran aynadaki yansımamı. Gözlerim… gözlerim… o güneş gibiydi; parladı parlayacak! Oysa yeni uyanmıştım. 

Neyeydi yüreğimin öfkesi? Nasıl bir rüya görmüştüm… Görmüş müydüm… Uyumuş muydum… Sorulara soru işareti bile koyamayacak kadar yorgundum. Yatağın içinde gerindim. Kaslarım…kaslarım öylesine ağrıyordu ki… ya da kemiklerim… ağrı ayak parmaklarımdan… bacaklarıma… kasıklarıma… karnıma… göğsüme… kollarıma… boynuma… başımın arkasına… saçlarımın ucuna… öylece çıkıp gitti ağrı saçlarımın ucundan. Arkasında bir ah bile bırakmadan. O kadar hızlı, bir o kadar amacından kopmuş, başı boş bir ağrıydı ki… dönüp bakmadım. 

*** 

Uyanır uyanmaz kötü bir gün geçireceğimi anlamıştım. Saat durmuştu. Annem ölmüş! 






görsel / deviantart

* Bu yazı Vladimir'in Yedi Öykü Başlangıcı yazısından sonra yazılmıştır. 

12 Mart 2013

Bana Kendini Getir*

İstanbul Modern'i bir başka severim. Hoş ben İstanbul'un her yerini bir başka severim... Ama niye de ne bileyim işte, sanki orası bambaşka... Gözlerim parlar gitmeye yakın, söner içimde bir mum gitme vakti yaklaşırken. Daha dumanı tüterken bilirim, belki de bu yüzden hüznümü kısa tutar, ayrılık vakti gelmeden yeniden kavuşmanın ümidiyle elveda derim. 



Son gidişimden yüreğimde kalandır az sonra okuyacaklarınız:

Sözler olmasa o kadar şeyi anlatır mıydı bana diye de düşünmeden edemedim ama kelimelerin esere eserin kelimelere kattığının en güzel örneğiydi 19 bavul, 19 sandalye ve büyüteçler... Duvardaki şiiri son anda görmüştüm. Okudum... arkamda kalan 19 bavula, 19 sandalyeye ve büyüteçlere ve şiirin hemen yanı başında yer alan 19 maskeye bir kez daha baktım. Sonra şiiri bir kez daha okudum. Sonra bir kez daha baktım... arkamda kalan 19 bavula, 19 sandalyeye ve büyüteçlere ve şiirin hemen yanı başında yer alan 19 maskeye... Her birinin fısıltısını dinledim. Her birinin fısıltısına kendimce ses verdim. Sakinleştim... Zenginleştim... Bana  kendimi getir dedim... 

Şöyle söyledi mekan:
Beni ilk gördüğün zamanki heyecanlarını getir,
Her biri bir başka işinde sana yol olan.
Bana kendini getir.
Her bir parçanın dünyaya karışmış olanından geriye kalan.
Bana eski misafirlerimden bir parça getir,
Hani senin de şu çok sevdiğin,
Yan yana dizili 19 kişinin bize bakan yüzlerini taşıyan.
Kurimbu köylülerinin yekpare ağaca yonttuğu,
Her birinin hikayesi uzaklara boş bir bavul asılı kalmış olan.
Bana 19 bavul getir,
Her biri başka birinin belleğini saklayan.
Bana kaybolduğum bütün anları getir,
Merceklerden bakıp zamanın izlerini süreceğin.
Bana eski sandalyelerimi geri getir,
Her biriyle başka bir belleği kavuşturacak olan.
Bana Rumi'nin şiirini getir.
"Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güze" diye başlayan,
"Ne kadar öz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek  lazım" diye biten.
Bana insanlar getir,
Her biri geldiği yerin tesellemecisi olan.
Bana hayallerini getir,
Yaşarken beni baştan ayağa sen yapan.
Bana kendi belleğimi getir,
Hasretle karşılaşmayı beklediğim.
Bana her şeyi getir,
Her biri bir başka şeyin her şeyi olan.
Handan Börüteçene
Paris, 2008



Eser fotoğrafı / buradan

11 Mart 2013

Mart Kapıdan Mı Baktırır Sadece



Siz onu tanır mısınız bilmem, ama ben izninizle ondan haberdar olmamı sağlayana bir selam göndermek isterim: Selam olsun sana ey güzel yüreği kahverengi gözlerinde ışıldayan adam. Nasılsın sahi? Ben iyiyim. Şükürler olsun ki, bazen hiç olmadık bir yerden vurduğunda hayat ağlamadan sızlamadan, durup bakmayı, yüreğimden geçenin ne olduğunu anlamaya çalışmayı öğrenmişim. Payın var bunda da, daha nicesinde olduğu gibi. Teşekkür ederim. 

***
Aklım ne zaman karışsa, yüreğim sıkışsa, boğazımda bir düğüm ne zaman beni nefessiz bıraksa... şarkılara sığınırım ben. Fal tutarım şarkılardan kendime... Bir de garip gelecek biliyorum ama fal bakarım olur olmadık zamanlarda... Fala kanma falsız kalmadır bu noktada inandığım cümle. 

***

Sabah erkenden bir kahve içtim. Selçuklu mutfağından örnek bir tabak denedik öğle yemeğinde, sabah içilen kahve kapatılmış vaziyette kaldı bir yerlerde. Kısmete ne çıkmıştı acaba... Odama döndüğümde bir şarkı tuttum kendime: Sıla / Zor Sevdiğimden 

"Niye gidemiyorum biliyor musun? Çünkü emek verdiysen zor
Meydan okuma öyle hemen, Dur neden diye sor
Niye susuyorum anlıyor musun? Çünkü anlattıkça zor
Bükme dudağını, Hemen otur o zaman hesabını sor
Çok sevdiğimden değil zor sevdiğimden
İyi günde burdasın dar günde yoksun neden

Güler ömür ağlar ömür
Farkında olmayız geçer ömür"

***

İnsan yüreğinin acıdığı zamanlarda daha da acıtmaktan ne zevk alır bilmiyorum. Eskiden çok eskiden çektirirdim bu işkenceyi kendime... Günler sürerdi acıdan sıyrılmam. Öyle dibe vurdururdum kendimi,, dip ne kadar dip anlamazdım bile... Ama büyüdüm. Büyüdüm ve kendimi daha fazla acıtmamak için şarkılardan fal tutmaktan vazgeçtim. 

***
Gazete okumayı denedim. Olmadı. Rapor yazmak için kafamın yerinde olması lazım ki... Kafa bugün bedende değil. Dolandım durdum bloglar arasında ne buldumsa aradığım değil... Sonra birden aklıma düştü: İrem Su... ne diyordu kim bilir mart ayı için... belki aradığım cevaplar tam da oradaydı... evraka misali bir gülümseme yüzümde. Google sağ olsun. 

Kişisel tarihim gibi mart ayı... Bana özel yazılmış gibi... Aradığım soruların cevapları gibi... Yok valla daha fazlası... Altını çizdim zaten aradığımın, belki de başından beri bildiğimin... Hani söylemek istemez ya insan bazen kendine bile... hani en büyük yalanı kendine söyler ya insan yeri geldiğinde... Öyle işte!


"Bir yolun sonunda veya bir kapının önünde Mart ne diyor bize ?

4 Mart tarihi Temmuz 2012 ve civarında adım atılmış, yürürlüğe konmuş, ancak daha sonra kafamızı karıştırmış, tekrar düşünmemize neden olmuş meseleleri hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kafamızı karıştırmasına izin vermeden akıllıca gözden geçirmemiz gerektiğini gösteriyor. Özellikle geçtiğimiz 15 Şubat tarihinden bu yana yaşanan gelişmeleri de tekrar dikkatli bir şekilde ele almamız gerekiyor..

5 Mart tarihi içinde bulunduğumuz meseleleri, durumları, ilişkilerimizi, hassasiyet içinde aşkın derinlikli olarak ele almamızı sağlarken, aslında bize zayıflıklarımızı hatırlatarak bunları tedavi edebileceğimizi gösteriyor. Yeter ki, biz kendimize özen gösterelim. Bunları kabul edelim.

7 Mart tarihi güçlendirici, gözlemde bulunmamızı sağlayıcı, kuvvetlenmemiz için bize destek oluca ve geçmiş ile gelecek arasındaki her şeyin aslında yaşadığımız anda gizli olduğunu gösteren bir ışık gibi.

8 Mart tarihi 27 Aralık 2012 ve civarında yaşanan, derlenip toparlanmaya çalışılan, güçlenmek adına odaklandığımız büyüme, gelişim anlamındaki her durumu tekrar ele almamızı sağlarken, aslında ilik-düğme misali birbirine uygun veya uygun düşmeyenleri fark etmemizi sağlıyor.

10 Mart tarihi Geleceğimizi doğru şekilde çizebilmek için geçmişe bakmayı ihmal etmememiz gerektiğini işaret ediyor. Yapıcı düşünmek ama her türlü olasılığı da gözden geçirmek lazım.

11 Mart tarihi çiçeğin tomurcuk hali açmaya hevesli,,biraz sabırsız ama öyle güzel ki, insan umutlanıyor, insan huzur buluyor insan hayatla barışmanın keyfini sürüyor...

12 Mart bir heves, bir telaş olmalı, olacak amacım bu, koşacak bu yürek ona ulaşacak...

14 Mart tarihi derinlemesine düşündüğümde hayallerimi ve farkında olduğumda gerçeklerin huzur buluyor ruhum, hayata umutla sarılıyorum... evet ben ne yaptığımı biliyorum, gelişmeliyim, büyümeliyim, ona göre kendime bir yol çizmeliyim... ne esiriyim bir şeylerin ne de çaresizim.

20 Mart işte ben işte yeni bir hayat..bir çocuk gibiyim hevesli...kendime güvendiğimde kazanacağım çoktan belli....

22 Mart değişime açık olanlar.. değişimden yana olanlar... hadi bakalım gösterin kendinizi artık durmak zamanı değil..duygular coşmuş, aşk kaygısız bir çocuk gibi, rota belli ise tam yol ileri... Belli değilse hala

27 Martı beklemeli, şaşmamalı terazi, anlamalı olan biteni...dengeli mi dengesiz mi ?

28 Mart tarihi 12 Şubatta yaşananları, düzeltilememiş olanları, karşımıza çıkanları, kafamızı karıştıranları tekrar ele almamızı sağlıyor.

29 Mart tarihi ayağım gaz pedalında hayatın, artık durmaya yok niyetim... Ah şu kafamı bulandıranlar olmasa işim daha kolay olurdu ama!

31 Mart tarihi ne olacaksa olmalı artık yenilenmeliyim.... işlemeyeni tamir etmeli, yolumu çizmeliyim..."






05 Mart 2013

Derde Bak Diyebilirsiniz, Özgürsünüz!

Sanırım hayatın akışını yavaşlatmakla ilgili bir derdim var. 22.Kasım.2012'de Evrenin Dünyasına yazdığım yazının başlığı ile 20.Şubat.2013 tarihinde Kazara Yazara yazdığım yazının başlığı kelimesi kelimesine aynı ve ne ilginç ki ilk iki paragrafları da... Ve daha ilginci bu örtüşmeyi, bugün "değer" kelimesini blogumda arattığımda fark ettim. Hafızam, Evrenin Dünyasına yazdığım yazıyı silmiş ve anladığım kadarıyla yaklaşık 3 ay sonra hızımı kesemediğim için yürek gene kaleme gelmiş.

Mesela ben hızlı yemek yerim, belki de bu yüzden yediğim yemek bir tat bırakmaz bende, -yani bırakır tabi damak lezzeti gelişmiş bir insan olmasam bu halde olmazdım değil mi? ama yine de nerede ve kiminle bağlamı daha bir akılda kalıcılık sağlar bana- hal böyle olunca yemekten çok mekan seçiyor olabilirim. Yani anlayacağınız hafızama kazıdığım güzel anıların güzel mekanları oluyor ve ben yemek yemek için oraları seçiyorum. Ve her halükarda yediğim yemekten keyif almayı beceriyorum. 

Haftasonu üç güzel mekana yaydık sohbetin koyuluğunu, dostluğun derinliğini, gülmenin hafifliğini... Kahve için vazgeçilmezim İstanbul Modern bir taşla iki - üç kuş vurmanın en güzel yolu... Öğle yemeği kaçamağı bu sefer Taksimde; yaşı yaşıma uygun Şimşek Karadeniz Pide Salonunda; pastırmalı, kavurmalı, yumurtalı pide ile... Ve akşamına bir boğaz klasiği olan Yeniköy'de Alekon'un Yeri Deniz Park'ta aldık soluğu... Ama ne soluk! Yazar Ali Rıza KARDÜZ'ün kaleme aldığı gibi;

"Terasın altı deniz, önü deniz... Yanı deniz... Arkada ahşap, tarihi bir bina... Yeniköy iskelesine yanaşan dolmuş motorları, şehir hatları vapurları, boğaz trafiği, mis gibi yosun kokusu.. Gerçekten İstanbul'da örneği bulunmayan, son Rum Lokantası'dır Aleko'nun yeri..."

Anlayacağınız yine çok güzeldi İstanbul. Yine aşk kokuyordu patlayan bahar dallarında. Bir ara dalmışım derinlere, aşk olsan çekilmezsin be İstanbul derken buldum kendimi...  Ama sonra öyle bir an oldu ki; öyle bir aşksın ki, gözüm kör, kulağım sağır yaşananlara deyiverdim bir solukta... Oysa en çok o acıttı beni, en çok o heveslendirip kursağımda bıraktı ne varsa... Ah İstanbul! Üzerine şarkılar, şiirler, romanlar yazılmış kent... Sen nasıl da güzelsin her köşe başında, nasıl da özel senin kaldırımların, gün batımların ve rüzgarın... Denizinin kokusu bir başka mesela... Peki ya erguvanlarına ne demeli... Mimozalarına... Adalarına ve vapurlarına...

Bu sefer aklımda kalansa; Kariye Müzesinin iç narteks güney kanadı, doğu lunet duvarını kaplayan mozaik tasvirde Kariye’nin Deesis sahnesiydi... Ayakta duran Tanrı Anası Meryem insanların günahlarından arınması için üzgün bir şekilde dua ederken ayakta olan İsa’nın sağında betimlenmişti... Yüzünde gene o bildik mahzun ifadeyle...

İnsan ve günah... Dua ve bağışlanma... Aşk ve ölüm...

Hikayesi 4. yüzyıla dayanan Khora'yı bir de masalsı bir anlatımla sunacak sanat tarihi meraklıları gençlere denk gelirseniz keyfini uzatacağınız bir gezinin unutulmaz mekanı olarak hafızanıza kazıyacağınız Kariye Müzesine mutlaka zaman ayırın derim. Hele de benim gibi zamanı yavaşlatmak gibi bir derdiniz varsa, ilaç gibi geleceğine eminim. 












13 Şubat 2013

Yine O Şarkı


Günün koşuşturmasında, 
aklın tilki oyunlarında,
dilin kavga ortasındayken 
zaman durur mu?





"Bütün bunlara rağmen, 
ben hala 
ne zaman 
“Ain't no sunshine when she's gone" çalsa, 
senin o şarkıyı dinlediğin 
ve bana dinlettiğin günü hatırlayıp ağlıyorum."





08 Şubat 2013

Hükümet Kadın Üzerine



Sıkıcı geçen bir günün ortasında "akşama bi 'şey yapsak da havamız değişse" konuşmalarının önerilerinden biriydi sinemaya gitmek. Hem öncesi de gayet keyifli geçebilecek saatleri vadediyordu: Alışveriş ve yemek

İş çıkışı rujlar tazelendi ve çıkıldı yola. Ah o sıkıntılı iç sesler nasıl da yansıyordu iki kadının suratına... 

Sinema önerisini getiren ben, başladım hikayeden aklımda kalanları anlatmaya: Havamız değişecek ya...

"8 Çocuklu Midyatlı bir kadını oynuyor Demet Akbağ, kocası Midyat Belediye Başkanlığı yaparken zamansız ölüyor. Babadan oğula geçecek olan Başkanlık, erkek çocukların çekişmesi nedeniyle anneye kalıyor ve böylece Midyatın kaderi değişiyor. Okuma yazması olmayan kadın Midyat Belediye Başkanı oluyor. Köye su getirmeye yemin ediyor, bu uğurda okuma yazma bile öğreniyor. Darbe ile de görevden alınıyor." 

Beni "hı hı" sesleri çıkartsa da dinlemiyor farkındayım ama dedim ya amaç havayı değiştirmek, o yüzden o beklediği soruyu bi türlü soramıyorum aslında. "Boşver hadi düşünme, kahve içerken anlatırsın..." Gene bir "hı hı" ama bu seferki biraz daha kısık bir ses tonuyla...

Hemen en üst kata çıkıp sinema biletlerini alıyoruz. Şimdiki dert ne yesek... Çok da aç değiliz ama... O zaman şöyle bir vitrinlere bakalım. Bakıyoruz... Canlar sıkıntıda... Burun kıvrılıyor her bir detaya... 

"Bu güzelmiş ama rengi benim rengim değil. Aaaa bak bu tam bana göre... Tüh, bedeni kalmamış iyi mi... ben hırka alacaktım ama böyle uzun olsun, kalın olmasın ama rengi de bi güzel olsun... "

Vazgeçiliyor alışverişten falan... Zaten yorgunluk sarıyor bedeni sıkıntı işin içine karışınca... Oturuluyor bir masaya, başlıyor ne yesek sorunsalı... Onu yesek... Ihıh... Bunu yesek... Ihıh... Bak şu açılmış... Hı... Olmuyor yemek de bizi mutlu etmeye yetmiyor, havada asılı kalan iç ses dönüp dolaşıp geliyor, masanın baş köşesine kuruluyor. 

Saat yaklaşıyor. Tuvalete bilmem kaçıncı kez gidiliyor. Sinirler hâlâ gergin. Filmin güldürmesine ise giderek daha büyük bir umut yükleniyor. Perde kapanıyor... Mardin uzaktan beliriyor... Xate hatun demek...   O da uzaktan beliriyor. 

BKM'nin politik alt yapı üstü güldürürken sosyal içerikli mesajlarımı da vereyim "sinema dili" ni sökenler için film öyle şaşırtıcı bir başlangıç sergilemiyor. Hatta sonuna kadar Türkiye'nin temel bir kaç sorununa neredeyse klişe denebilecek göndermeler yapıyor ve mesajlar üretiyor. Kültürlerin buluştuğu Mardinde klasik bir yağmur duası karakterlere ilişkin ip uçlarını vermek üzere seçilmiş gibi duruyor. Başlarken güldürmek istiyor ama doğrusu bende sadece dudak kıvrılması oluşuyor. Filmin ilk sahnesi; genel olarak film için tebessüm ettiriyor demek için erken olsa da, "güldürmek" üzerinden başarı grafiğinin düşük olacağının da habercisi oluyor. 1957'den 60 darbesine kadar geçen süreden bir kesit sunmayı hedefleyen senaryo çokça cılız kalıyor. Demek Akbağ'ın yüzünde bir türlü anlam veremediğim bir durum (mimiklerdeki fazla gerginlik) filmin zaten akıp gitmekte zorlanan yapısına biraz daha zorluk katıyor. Senaryonun ilerleyen zamanlarında mantıksal bir takım hatalar da fazlaca göze batınca ve hatta bazı sahnelerde sırf biraz daha güldürelim diye olmadık ayrıntılar eklenince,  film seyirlik olmaktan çıkıp, e para verdik bari sonunu da görelime dönüşüyor. Sermiyan Midyat oyunculuğu üzerine söylemek istediğim bir kaç şey var, ilk defa seyrettiğim bir oyuncu olarak bende bir kez daha denk gelmeliyiz hissi uyandırdı ve oynadığı karaktere yüklediklerini sevdim. Öykünün içinde verilmek istenen mesajlardan bence en insancıl ve en güçlüsünü de buraya yazıp film ile ilgili notlarımı burada sonlandırayım: Beyaz siyahla güzel... Siyah da beyazla... 

Filmden çıktığımızda sanki biraz daha yorgunduk...

Neredeyse sıkıcı geçen bir gecenin sonunda "haftasonuna bi 'şey yapsak da havamız değişse" konuşmalarının önerilerinden biri oldu "rakıya gitsek". Üstelik bu teklif gayet keyifli geçebilecek saatleri vadediyordu: Şarkı söyleyerek ufunetini dağıtmak... Plan ayak üstü yapıldı. Tarih kesindi, yer ise nasıl olsa bulunurdu. 





07 Şubat 2013

Geçmişin İzinde

Geçmişin izinde bir gün sürüyorum sabahtan beri... İlk karşıma çıkan 2010 yılı Şubat ayından Oyun Arkadaşı oluyor... Okuyorum: ben mi yazmışım bunu...

"Elinde bir yanı azap söküğü bir yürek, yürüyor yıllar sonra o mahallede, kırığından yaş damlayınca yere, o kaldırımda bıraktığı çocukluğunun okşuyor at kuyruğu saçlarını."

Zaman akıp giderken ve hayaller hatıraları kamçılarken çıkıveriyor karşıma 2009 Nisanında yazılmış Zaman.

"Sığınmak istiyorum sıcaklığına ve yitip gitmek yüreğinde... Ki o yürek en güzel kelimeleri seçip gülümsetmişti, bir umutsuzluğun içinde yitip gittiğimde beni. Hafif kızgın, biraz şaşkın, çokça anlamış halini sevmiştim de bir şey söyleyememiştim üzerine."

Geçmişe dönüp de okumaya başlayınca insan, ne çok çiçek açıveriyor gönlünün toprağında, ne çok gülümseyeceği şey oluyor. Dileklerinin gerçekleştiğini de görüyor, umutlarının solduğunu da... Ama gariptir ki yüzümde hep bir gülümseme... Bir Kapıyı Açanı Olmalı İnsanın  bu duygularla okuduğum bir yazı oldu nedense...

"Köşe bakkala giderken, ışığı özellikle açık bırakıyorsun. Televizyonu da... Yanan ışığınla ve televizyondan gelen seslerle çoğalttığın yalnızlığına adım adım yaklaşırken, elindeki anahtara bakıyorsun, bir anahtarın olduğu için mutlu olsan da çoğu zaman, bir kapıyı açanı olmalı insanın biliyorsun."




Sen hiç aralanan bir kapıdan
baktın mı uzağa
yakını görerek
biraz ürkek
biraz telaşlı
biraz meraklı 

baktın mı yakına 
her adımda geleceği düşleyerek


Ve hemen ardından gelen resim ve yazı götürdü beni geçmişin güzel bir dönemine... 

Bu sabah seyrettiğim programda Aret Varyantan şöyle diyordu telefonla bağlanan bir izleyicisine: Niyet önemlidir. Bu benim sıklıkla söylediğim bir cümledir. Niyet varsa durumu yeniden değerlendirmek gerekir diye devam ediyordu sözlerine. Kadın izleyiciden gelen soru şuydu: Bir insan hem en doğrunuz hem en yanlışınız olabilir mi? 


Tanıdık gelen kelimelere farkındalığı daha yüksek oluyor insanın... Kulak kabartmaktansa dikkat kesilmeyi tercih ediveriyor insan. 


"Ruhu ruhuma uygun diyorsunuz, beklediğim adam diyorsunuz, bunlar sizin doğrularınız, yanlış dediğiniz şeylerse koşullar... Niyetiniz bu adamla birlikte olmaksa, hemen şimdi duygusundan kurtulup, sabretmeyi, koşulların uygun hale gelmesini beklemeyi öğrenmelisiniz. Ama unutmayın altını bir kez daha çizeyim ki, niyet önemli, karşınızdakinin çabası da niyeti de  sizin beklediğiniz sonuç ile aynıysa devam etmelisiniz"

Konuşmanın devamını dinleyemedim. Ama kendimle bu konu hakkında konuşmaya devam ettim. Belki de bu yüzden aradığım cevapları bulmak için geçmişe kısa bir yolculuk yapmayı tercih ettim... Bulduğum cevaplardan kendi adıma memnunum. Bugünü kendim için "güzel günler listesine" ekledim. 



05 Şubat 2013

Kusursuz Bir Öykü Yazmak Mümkün mü?

Bazen bol bol vaktim oluyor, ne yapacağımı bilmez bir halde bloglar arasında dolanıyorum. Yemek bloglarına, dekorasyon bloglarına ve oralardan bilmediğim nice bloga rastgele ve aranmaksızın dolanıyorum. Öyle bir günün içinde denk gelmiştim az sonra okuyacağınız yazıya. Hatrımda kaldığı kadarı ile blog şu anda aktif değil, ben okuduğumda başlıktaki soruyu sordurmuştu bana... 


Kusursuz Bir Öykü Yazarı İçin On Emir / Horacio Quiroga
1. Bir üstada -Poe, Maupassant, Kipling, Çehov- Tanrıya inandığın gibi inan. 
2. Sanatını ulaşılmaz bir doruk olarak kabullen. Onu aşabileceğine dair hayaller besleme. Aşabilecek duruma geldiğinde, bunu zaten farkında olmadan başaracaksın. 
3. Öykünmeye mümkün olduğunca diren, üzerindeki etki yeterince güçlüyse ancak o zaman öykün. Kişilik geliştirmek, her şeyden çok sabır isteyen bir iştir. 
4. Körü körüne inan. Başarıya ulaşacak kadar yetenekli olduğuna değil, ama arzuladığın şey karşısında göstereceğin şevke. Sanatını yavuklun gibi sev, tüm kalbini ver ona. 
5. İlk sözün nereye gideceğini bilmeden yazmaya başlama. İyi kotarılmış bir öyküde ilk üç satır, hemen hemen son üç satır kadar önemlidir. 
6. Bu şartı kesinkes ifade etmek istiyorsun: "Nehirden doğru soğuk bir yel esiyordu." İnsanoğlunun konuştuğu dilde ifadeyi vermek için belirlenmiş sözcüklerden başka sözcük yoktur. Sözlerine sen hükmet, sesli harf gelmiş sessiz harf gelmiş, bunları kafana takma. 
7. Gerekmedikçe sıfat kullanma. Zayıf bir ada tutturulmuş renk tayfı kadar faydasızdır bunlar. Değerli birine rast gelirsen, karşılaştırılamaz bir rengi olur. Ama önce onu bulmak gerekir. 
8. Kahramanlarını elinde tut ve öykünün sonuna kadar tutarlı bir şekilde taşı. Kurguladığın yolda onları başka şekilde görmeye kalkma. Başkalarının göremediği ya da görse bile aldırmayacağı şeylerle yolunu saptırma. Okuru aldatma. Öykü, laf kalabalığından arınmış bir romandır. Öyle olmasa bile, bunu mutlak bir hakikat olarak kabullen. 
9. Duyguların akışına kapılarak yazma. Bırak silinsinler, ama sonra hepsini aklına getir. Bundan sonra duyguları yeniden canlandırabilecek gücün kalmışsa, zaten yolu yarılamışsın demektir. 
10. Yazarken ne arkadaşlarını düşün, ne de öykünün yaratacağı etkiyi. Bir araya getireceğin kahramanlarının içinde yaşadığı o küçücük ortamdan başka ilgini çeken hiçbir şey yokmuş gibi anlat öykünü. Öyküdeki yaşantıdan başka bir şey çıkmasın ortaya.