17 Aralık 2013

Eataly İstanbul Açıldı

Bu habere neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum. 2011 yılında Newyork sokaklarında gezerken denk geldiğim; aklınızda bölgesel bir mutfak varsa; yemek içmekle ilgili satılabilecek bir sürü şeyin olduğu, restoran denince onlarcasının arasında keyfinize göre seçim yapabileceğiz ve aslında İtalyan mutfağı ile ilgili herşeyci denebilecek büyükkkkkkk bir alanı kaplayan bu kelime oyuncusu gurme İtalyan Eataly tabi ki fena halde ilgilimi çekti. 


Mutfak ve ben... 
Bilirsiniz, hassas bünyemin tamamlayıcı unsurudur damak tadı, hal böyle olunca "neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum" giriş cümlesi fena halde anlamsız kalıyor ama kabul edin sağlam bi giriş cümlesi oldu. Bir kere merak uyandırıyor. Okuyucuya neden mutlu oldu bu gariban dedirtiyor. Sonunda anlıyor ki gitmiş, görmüş bi de etkilenmiş... 


Bu gurme mekana olur da yolunuz düşerse bence göz zevkiniz için bile gezin... Damak zevkinizi belirleyen şeylerden biri bütçeniz ki emin olun bu mutfakta her bütçeye ucundan kıyısından hitap eden bir şey mutlaka var! 




11 Aralık 2013

İlk Kar

Yeni görevimin bana bahşettiği odada oturuyorum, geçici bir süre için de olsa yeniden burada olmak garip duygular uyandırıyor bende. Bundan tam yedi yıl önce gene bu binada, adını alan dağlara bakan üniversitedeki ilk odamın hemen yanı başındaki odadayım.  Üzerinden geçen zaman içinde Kalite Koordinatörlüğü ve Stratejik Planlama Müdürlüğü görevlerini yürüttüm. Üniversite bana ben üniversiteye çok şey kattım. Her iki birimin kuruluşunda da emeğim var. Şimdi yeniden kurulan bir birimin kuruluş öyküsünde yer alıyorum. Heyecanlıyım. Bir yanım; yaparsın sen diyor, bir yanım; yaparsın senler farklı seslerden yükseldikçe egosal bir şişkinlik yaşıyor. Kimi "işte şimdi yerini bulmuşsun" diyor, kimi süzen gözlerle bakıyor, kiminde bir hayıflanma, kiminde bir arkamdan konuşma telaşı.

Gülümsüyorum. Belki uzun zamandır olmadığı kadar, doğru bir zamanda doğru bir yerde durduğum için başıma bunların geldiğini biliyorum. Tabi  bir de "sen bi gereğini yap da" diyen güvenli sesin yanı başımda olması var. Şans işte. Bazen geldi mi her yerden, bazen vurdu mu dibine kadar.

Sabahın erkeni... kafamda yapılması gereken onca iş, oysa benim gözüm oynaşta. Ah bi kar yağsa... Dün akşamki gibi lapa lapa... Seyre dalsam alemi. Dün gece banyodan sonra keyifle içilen kış çayının kokusu burnumdayken, limonlu çayım geliyor masama. Şöyle derin bir nefes alıp, şükrediyorum.


Pencereden dışarıyı seyrediyorum. Usul bir kar başlıyor. Bir köşede kar toplayan güneş ışıl ışıl... İçinde bulunulması keyifli anlardan birini yaşıyorum. Kar lapa lapa yağmaya başlıyor. Gene mi bi kulağın bende...

İlk karın heyecanı sesler yükseliyor hemen arka bahçemde. Çamların neredeyse dört katlı binanın boyuna ulaştığını ve üzerinin yer yer karla kaplı olduğunu görmek nasıl bir keyif anlatabilsem.


On gün önce sokaklarında kaybolduğun Brüksel'i düşünüyorum. O zaman da ne kadar şanslıydım diyorum. Hiç yağmur yağmadı mesela... Bir şeker atıyorum ağzıma... Brüksel'i anlatsam diyorum. Telefonum çalıyor. Hadi diyor arayan in aşağı... Gene yazdığım yazıyı bir kez bile okumadan basacağım yayınla tuşuna... Bir kaç saniye sonra... Biliyorum. Bu hallerimi seviyorum.





04 Aralık 2013

Ortaçağ Romantizmi: Bruges

Bugün sizlere Ortaçağ romantizmi anlatacağım... Yer bize göre  kuzeyde... Bize göre küçük... Bize göre fazla eski, anlayacağınız bize göre biraz modernleştirmeli... Belki bir kaç ağaç söküp 3-5 AVM eklemek gerek, yani bize göre... 

Oysa koruyabilmeli insan yaşanmış olanı değil mi? Resimleri yırtıp atmak gibi bizim alışkanlıklarımız, sanki o resimler yoksa, yaşanmışlıklar da yok olacak. Bizi biz yapan, bir ülkeyi, bi kültürü, bir coğrafyayı var eden, yaşanmışlıklar değil de nedir? Anlaşılması güç bir hal alıyor zamanla "yok ederek modernleşmek". İnsan pek ala geçmişi ile de "modern" olabilmeli, var işte çok çok çok güzel örnekleri.

Dönelim mi ortaçağa... Kısa bir yolculuk olacak meraklanmayın. Benim için öyle oldu, kısa ama tadı yüreğimde kaldı. 10 yıl sonra yeniden geldim... Ve dilerim bir 10 yıl daha beklemem bir kez daha gelmek için diye ayrıldım. 

Nerede miyiz? Fransızca adı, Bruges, Hollandaca Brugge diye yazılıyor. Almancası ise Brügge... Belçika'nın batı Flandra ilinin başkentideyiz. Başkent deyince gelmesin soğuk ve resmi bir kent aklınıza. Bu kent bana göre sımsıcak kaşmir bir battaniye havasında. Yürüdükçe sokaklarında, ortaçağ romantizmi işliyor içinize. Yürüyüşünüz bile değişiyor zamanla. 

II. Dünya savaşının bozamadığı bu şehre gitmeyi planlayın, ev yapımı çikolataları, rahibe işi dantelleri, kanalları ve 400'den fazla bira çeşidi ile size kendisine aşık edeceğine garanti gözüyle bakın yola çıkarken ve unutmayın aşk toslamaktır bir duvara -ama şansınıza bu duvarlar brick denen bizdeki adıyla harman tuğla yani, lafı uzatmayayım- toslayın da zaten, aşk bu! insanın karşısına bir, hadi şanslıysan iki kere çıkar, o da çıksa çıksa. 

Bırakın aksın XII. yüzyıldan başlayarak zaman, pırıl pırıl kanalların arasında dolaşırken siz bir tekneyle bir ağaç gülümsesin doğanın tüm renkleri üzerinde.



Şansın yanınızda olduğu bir günse eğer ki, bizim için kesinlikle öyleydi... Kasım ayının sonunda güneş açtı yüzümüze... Gülümseten, şaşırtan ve yüreğimizi ısıtıan bir anıya dönüştü birden bire her detay. Panayır bile kurulmuş kentin orta yerine... Çeşit çeşit peynirler, sosisler, sucuklar ve biralar... Ama ne biralar... Patates bira klasiği için bir köşe bulduk kendimize... Az sonra çıkacağımız kanal turunun hayaline kaldırdık ilk kadehleri, ikincisi yarı fiyatı... Devirdik birer tane de bize bu güzellikleri görme fırsatını verene. Şükrettik ve gün boyu hep gülümsedik. 



Az önce yürürken gördüğümüz kadını gördük panayır yerinde.
Elinde torbaları 
belli ki bisikleti bir sokak ötede  
yürüyordu aheste yüzünde soğuk kış güneşi gülümsemesiyle
pırıl pırıldı beyaz teninde ışıldayan açık gri gözleri
Yaşlanınca böyle bir yerde yaşasam dedim içimden, güler miydi ki gözlerim böyle içten. 




 Planlasak olur muydu bilmem, 
ama oldu işte: "Christmas Market" açılmıştı bizim şerefimize
Davete icabet etmek gerek dedik, verdik 12 avro giriş ücreti, daldık bir masal diyarı olan
Winter Moments with Flowers, 2013'e...
Kaybettik zamanı çiçekler arasında, orada çekilen fotoğraflar kaldı bir başka yazıya....


Şarap tadımından sonra attık kendimizi dışarı, 
bir elimizde kahve diğerinde tarçınlı kurabiye, 
ah be şair uymadığı mısra buraya...
Gene de umurumuzda değildi dünya...
Hemen yanıbaşımızda akıyordu deniz... 
Kentin içine kadar girmiş. 
"gel" diyordu.
"gel gir içime"
Atladık bir tekneye, belki varız 20, bilmem ki belki de bir ben, benden içeri.
Gitiik usul usul ileriye... Bir kanal boyu geriye sonra ve sonra sağa. döndük.
Sonra biraz eğildik. Bilmem ki belki ben uzundum diğerlerine göre. 
Kafamı kaldırdım. Baktım ileriye... 
Koca bir heykel önümde. 
Ölümsüz hikâyesiyle Giovanna d'Arco -bildiğimiz adıyla Jan Dark-
Sanki birşeyler fısıldadı yüreğime.




Bitti mi gün sahiden, ne zaman bıraktı sahneyi güneş aya... 
Alkışlayamamıştım ben ayakta. 
Bir kere daha.. Bir kere daha çıksan sahneye Bruges. 
Anlatsan yaşadıklarını bana. 
Ev ev hikayelerim olsa cebimde bir kırıntı niyetine. 
Geçtiğim sokaklara bıraksam teker teker onları. 
Bir kez daha yolum çıksa sana. 

Amin.




Fotoğraflar Samsung W ile çekilmiştir. 

03 Ekim 2013

Zaten



Sen yattığın yerden gülümsüyorsun değil mi çocuk
Ölüm yakışmıyorken yaşına
senden sonra yaşatılanlardan şaşkın,
                                            utanıyorsun değil mi çocuk.
Bu senin ayıbın değil çocuk, bu ayıp inan senin değil.

Beklemeyi öğreniyor insan zamanla. Sabretmeyi ve acısını dindirmeyi.
Bir otobüsü beklemek gibi değil elbet, bir sınav sonucunun heyecanı değil yaşanılan.
Bir evladı toprağı veremeyişin kahreden acısı ile beklemek...

Onu hiç kimse öğrenmesin çocuk.
Kimse bunu bi başkasına öğretmeye kalkmasın.

Sen sakin utanma çocuk.
İnsan olan, insanca yaşamı savunan herkes yeterince utanıyor zaten.



-----
Haber / Fotoğraf

17 Eylül 2013

Akıl Tutulması







Günlerden Salı... Tatilden döneli neredeyse 48 saat dolmak üzere. Oysa ben hala Patara koyunda yürüyorum. Sağıma bakıyorum Kaputaş plajı, soluma bakıyorum Phaselis... İçimde büyüyor  tatil. Tükenmedi yani. Tüketemedim henüz. Fener burnuna tırmanıyor bir yanım, aklımın bir yanı gidemediğim, seneye kısmet dediğim Gelidonya Fenerinde. Güzel yerleri güzel insanlarla gördüm. Güzeldi... Çok güzel. Anlatılacak değil de yaşanılacak türdendi her saat. Gece gündüze, taş kuma, güneş denize bıraktı güzelliğini... Sonra gece daha bi güzel oldu, taşlar daha da fazla... Ah o deniz, turkuaz oldu, sonra mavinin bin bir tonuna büründü bir anda. Koyu, en koyu lacivertte bile bağırdı arkamdan... Gene gel ey aşk... Gene vur beni aklımdan. 

Ve biliyor musun adam;

İnsanları sevebilmek, onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirmeyi gerektirir. *












































* Engin GENÇTAN

05 Eylül 2013

Tarla


“Derme çatma” diyorum.
“Ne o derme çatma olan… Şu karşı tepede gördüğümüz ev mi?” 
“Ev mi var… Ben hayattan bahsetmiştim.” 

Onun gösterdiği karşı tepede asılı kalıyor bir süre gözlerim. Ne zaman asılı kalsa gözlerim, bir öykü anlatır içim:

Bir ev; yığma taş. 
Bir adam, yaşlı. 
Bir köpek, sadık. 
Bir ağaç, ulu. 
Bir su, başıboş akıp duruyor. 

“Ahlat mı ki…” 
Sesli düşünmüşüm. “Meşe” diyor. O kadar emin.

Omzumun ucundan bakıyorum ellerine. Parmak uçlarıma neredeyse değmek üzere. Nedense titriyorum. O ağacın altına kadar yürüsek, belki geçer. Duymuş gibi. “Ne dersin, yürüyelim mi o eve kadar?”

Beraber… O eve kadar… Yürüyoruz. Kaç göz odası vardır ki… Sığar mı boşluğumuz o eve... Duymuş gibi. “Hadi tahmin et, nasıl bir ev, kimler yaşıyor. Sen kurgula, sonra ben. Kiminki gerçeğe yakınsa diğeri ona bu gece sahilde balık rakı ısmarlar, mezeler de çabası” Kahkahası değiyor “meşe”nin dallarına. Koca meşe köküne kadar sarsılıyor. Toprağın kaymasından anlıyorum. 

Sahilde… Bu gece… Balık rakı… Eskisi gibi… Hiçbir şey olmamış gibi. Üşüyorum. Derme çatma bir yatağın üzerinde, yarı çıplak bedenimle, kendimi ona sunmaya hazırım. Gözlerimde umarsız bir bulut, geçip gidiyor. Ardından kuşlar ve sonra garip ama balıklar. Denizin dibiyle gökyüzünün sonsuzluğunda bir yerde teslimiyete hazır bir yürek, sahipsiz. Düşündükçe yavaşlıyor adımlarım. Gerisinde kalıyorum koca gövdesinin. Gerisinde kalıyorum o evin ve hikayenin. İşim yok bu hikayede. Biliyorum.

Arkamı dönüp koşmaya başlıyorum birden bire. “Ahlat o” diyorum, “ahlat! anladın mı?" Bu hikayeden çıkmak istiyorum. Sona yaklaştıkça acıtan bütün hikayelerden kaçmak istiyorum, aşk bir boyunduruk altına girmek gibidir, derdi, aşkla işim olmaz.  Ben koşarak geldiğim gibi, koşarak gidiyorum bu hikayeden de, anlıyorum.

Çeşmenin başına varınca durup, soluklanıyorum. Onlarca zaman söyleyemediğim kelimeleri bir çırpıda söylemiş gibi rahatlıyorum. İçimdeki ses hala... “ahlat o” diyor. Arkamdan koşup yetişiyor. “Neyin var” 

Bir bulut geçiyor önce, sonra kuşlar ve sonra boyunduruk bağlanmış öküzler. Bir adam beliriyor. Yaşlıca bakışlı, saçları ağırmış. Elleri nasırlı. Karşı tepedeki yaşlı adam olmalı. Yaşlı adama gülümsüyorum. Bir şeyleri anlatmak istercesine kalkıyor sol eli havaya. Uzaklaşıyor bu hikayeden. Sonu gelen bütün hikayelerden kaybolur ya karakterler birer birer, o da kayboluyor bu hikayeden, o ev, o ağaç, o köpek ve o su, o öküzler, o tarla, o gökyüzü… sis olup dağılıveriyor gözlerimden.  

“Tarlayı sürmek için ne gerek biliyor musun” diyorum, “Aşk” diye bağırıyorum. “Yürek olacak adamda önce” diyorum, “yürek övendire olacak çift sürerken. Bir de ne olacak biliyor musun? Sadakat! Olacak ki tıpkı bir pulluk gibi toprağı güvenle işleyebilesin. Sonrasında ekilecek tarla. Sonrasında büyüyecek filizlenecek hayat, belki derme çatma olacak, belki kuruyacak, belki öyle bir hasat olacak ki… Şaşıracaksın. Ama en azından denemiş olacaksın hayatta sana sunulan ne varsa. Hakkını vererek yani, sonra payına düşeni alacaksın hayattan, nerede yanlış yaptığını hiç bilemeden. Sonrası bir sis bulutu, sonrası siyah beyaz bir fotoğraf geçmişten gelen. 

 
*** * *** * *** * *** * *** 
Teşekkürler...
fotoğraf / İsmail Ertin
motivasyon / Vladimir

04 Eylül 2013

Patara - Kalkan - Kaş - Limanağzı - Olympos - Çıralı


uzun zamandır düşlediğim bir şeydi;
                                       likya yolu'nda yürümek...

zaman geçti, ben yaş aldım. gözümde büyüyor o yolu yürümek... ama belki kısa bir mesafesini... belki...

zaman sınırlı, hayaller sonsuz... 
plan bu! 
gerçek ne olur bilemem. ama gelince anlatırım söz.