17 Ocak 2014

Bir Samsung Tüketicisinin Uzun Soluklu Hikayesi

Marka bağımlılığı olan insanlardan değilimdir... Öyle illa şu marka olsun dediğim çok çok az şey vardır. İhtiyacım olduğunda şöyle bir çarşıyı pazarı kolaçan eder, param da yetiyorsa beğendiğim ürünü alırım. İnternetin bu denli yoğun kullanıldığı günümüzde, ürünü satın alanların yorumlarını da okur oldum. Dolayısıyla pazar araştırması için biraz daha fazla zaman ayırıyorum. Ama bundan 6-7 yıl önce başlayan hikayemin ne yazık ki böyle bir süreci olmadı. Ama öyle bir süreci oldu ki, üniversitede okuduğum -reklam halkla ilişkiler mezunuyum biliyorsunuz- teorik her bilgiyi, bunca yıldır gerek özel sektörde, gerekse üniversitede çalıştığım son 8 yıldır deneyimlediğim her bilgiyi alt üst etti. uzun soluklu bir hikaye oldu. Sabrınız yeter de yazıyı okuyabilirseniz, soruma bir cevap verin lütfen.... Şimdiden teşekkürler...

İstanbul'dan Bursa'ya taşınmıştım ve yepyeni bir hayata her şeyi yenileyerek başlıyordum. Küçük mutfak alanımın büyük işler başaran "şey"lere ihtiyacı vardı; gerektiğinde çalışma masası olabilen bir mutfak masasına ki mutfağım açık sistem olduğundan bu demekti ki bu masa yeri geldiğinde misafirlerin ağırlanacağı büyük bir masaya da dönüşebilsin. İki oda bir amerikan mutfaklı salonumdaki koltuk aynı zamanda yatak da olabilmeliydi mesela... Her şey, bir başka fonksiyonu varsa kıymetliydi benim için. Fırın ve mikrodalga bir aradaysa anlamıydı yani. Arayışım beni SAMSUNG markası ile karşılaştırdı. Daha önce bir Samsung telefonu çamaşır makinesinde yıkamışlığım vardı, oradan tanışırız aslında markayla. Muadillerine göre maaşımın neredeyse tamamını vererek edindiğim mikrodalga fırınımla harikalar yarattım. Hatta öylesine ki, çevremdeki herkese verdiğiniz paraya değiyor, mutlaka edinin bile dedim. Samsung'a bir kaç müşteri kazandırdığımı daha sonraki pişirme deneyimlerini paylaşmak istemelerinden dolayı biliyorum. 

Geçtiğimiz yıl fırınım bozuldu, elim ayağım... ah! Nasıl da çaresiz kaldı. Mikrodalga kısmında sorunsuz çalışan alet, fırın kısmında bir on dakika sonra acaip sesler çıkartmaya ve 20 dakika sonrada kendini sonsuza dek sürecekmişcesine çalışmaz bir konuma alıyordu. Fırını kapıp önce Bursa'da Garaj'da yer alan teknik servise götürdüm. Yaklaşık 3 hafta sonra üründe bir arıza tespit edilemediği söylendi. Servis parasını verip fırını geri aldım, alet aynı dertten hala mustaripti. Sonra sevineceğim bir gelişme oldu, telefonumda oluşan bir arıza için Garaj'a gitmek istemezken, Orhaneli yolu üzerinde bir Samsung Teknik Servis açıldığını gördüm. hem telefon arızası hem de şu fırınla ilgili derdimi anlattım. Fırını getirin bir de biz bakalım dediler... Sevindim elbet. Bir kaç hafta sonra fırını servise bıraktım. Bir kaç hafta sonra yedek parça değişikliği olacağını, parça bedelinin 150 TL olduğunu söylediler. Değiştirin dedim. Demez olaydım... Her şey bu noktadan sonra daha beter bir hal aldı. Fırın tamir oldu diye gelen telefonun ardında önce fırını almaya, sonra da balık alıp gelecek misafirlere sofra hazırlamaya diye evin yolunu tuttum. O gece balıkları pişirmek için tava kullanmak zorunda kaldık. Fırın gene yapmıştı yapacağını. Servis pazartesi günü arandı. Sorun anlatıldı. Güler yüzlü Ayşe Hanım, getirin bir kez daha bakalım dedi. Ürünü Ebru Hanım teslim aldı, ürün tamir edilemiyor, ürünü değişime sunacağız dediler. Ürün değişime sunuldu ancak iki gün sonra bir telefon daha geldi. Merkez değişim için garanti belgesi istiyor dediler. Faturayı buldum götürdüm. Zaten garanti kapsamı dışındaydı. Garantiyi başkası vermiş kabul olmaz dediler. Ben Samsung Marka bu fırını pazardan değil, bir Samsung Mağazasından aldım dedim. Olsun ihtalatı biz yapmamışız. Değişim uygun değil dediler. Teknik Servis Müdürü Gencay Bey olaya müdahil oldu, Evren Hanım bana biraz süre verin biz bu sorunu çözeceğiz dediler. Uzun süre beklendi, 3 ay sonunda bir telefon geldi, ürünü bir kez daha değişime sunduk ve kabul edildi dedi Arzu Hanım. 

Sonunda dedim, MARKASININ ARKASINDA DURMAYAN SAMSUNG, SAMSUNGUN ARKASINDA DURAN TEKNİK SERVİSE hak verdi. 

Bugün bir telefon geldi. Kemal beydi arayan, Samsung merkezden aradığını, ürün değişimini fark ödemem halinde kabul edebileceklerini belirtti. Anlayacağınız İŞİ YOKUŞA SÜRMEK ve müşteriyi MEMNUN ETMEMEK için ne varsa yapılmıştı. Son vuruş da buydu. İlle bizim markayı istiyorsan, bedelini defalarca ve fazlasıyla ödemek zorundasın. Hatta öyle ki 356 TL ile sahip olabileceğim bu ürün dışında bana fark ödemeden sunabilecekleri bir ürünleri bile depolarında yoktu. Kemal Bey telefonu kapatırken istemiyorsanız söyleyin dedi, ama bunu mümkün olduğunca sert ve benim cevabımın hemen arkasından "o zaman iade falan yapmıyoruz" diye bir cümle ile bitirmek ister gibiydi. Kemal Bey'e de söylediğim gibi;

"bana teklif ettiğiniz ürünü bilmiyorum, ayrıca bu kadar uzun süre bekledikten sonra bana teklif ettiğiniz değişim farkını ödemek içime sinmiyor, ben ki telefonundan, laptopuna, dvd oynatıcısından fotoğraf makinasına kadar "samsung markası" ile sıkı bir ilişki kurmuşken, bir markanın bu denli sadık bir tüketicisine böylesine "biz yapmış olalım da" diyerek teklifler sunulmasını hiç mi hiç içime sindiremiyorum, izin verirseniz fırını inceleyeceğim, size fikrimi söylerim, ancak siz de bana fark ödemeden sahip olabileceğim başka bir ürün sunabilirseniz sevinirim." 

İnternetin hızı sağolsun... Fırın aşağıda; alınabilecek rakamlar da belli... Pazartesi günü Kemal Bey'i arayıp bi cevap vermem gerekli, o nedenle soru şu: SİZCE BU KAZIĞI YEMELİ MİYİM? 2006 yılında 740 lira ödeyerek aldığım fırına 150 tl tamir olamama parası artı 350 tl yeni fırın farkı ile 450 liraya satılan ürüne 500 lira vermeli miyim?
Yoksa markasının arkasında duran bir firmadan gidip yeni bir fırın alarak bu saçma yolculuğa bir son mu vermeliyim. Mahkeme de bir seçenek elbet ama, bir ürün için bu kadar üzülmeli ve bu kadar sıkıntı çekmeli miyim? 



10 Ocak 2014

Anlam


Hayat bazen durduğun yerin ne kadar anlamsız olduğunu söyleyenlerle doludur, 
sen hayata aldırma, 
durduğun yere kattığın güzelliği gör; 
kendinde zaten var olanı.


Düne dair bir not:
Bundan sonrası aptallık olur değil mi?
Bundan sonrası canını biraz daha acıtmak olur, biraz daha üzülmek, biraz daha fazla gözyaşı.
Yani bundan sonrası yok diyorsun?
Aksine diyorum ki; 
bundan sonrasında canını yakmalarına izin verme, biraz daha fazla gül, biraz daha az üzül.
Dozunda yani...
Yani!

08 Ocak 2014

Kış Güneşi





Her şey dozunda... 
Ama her şey. 
Aşk mesela; dozunda.
Aş desen, o da dozunda. 
İçmek mi istedin, dozunu bir kere kaçır da gör. 
Kendimden biliyorum. kaçırdım ben... dozunu, aşkın mesela...

Belki de bu yüzden kış güneşini kaçırmam ben. Bilirim, evden çıkarken; 2-3 saatlik bir birlikteliğe kucak açıyorum. Şımarmadan, "daha fazla" demeden, bana sunulduğu ile yetinerek ve bundan mutlu olarak. Gülümseyebilirim: bir kış güneşi gibi, olmadık bir soğuğun ardından.

Akşam olmak üzere... Akşam. Şanslıysan hep olur. Sonra sabah. Eğer şanslıysan. Güneş doğar, güneş batar. Gökyüzü bir ressamın fırçasıyla şekillenir. Görür göz, hisseder yürek. Şanslıysan.
Sahi derim bazen... Sahi, ne kadar farkındayım bana sunulan şansların.
Peki ya sen?
Farkında mısın onda olmayanın sende olduğunun?
Gülümse hadi. Bu yıl daha çok gülümse. Bu yıl her zamankinden daha çok inan kendine, ona ve Ona. En az bir iyilik yap, kendinden başla. Sonra bir kitap oku, tek bir kitapla başla. Tiyatroya git, bir kaç gece sonra bir konsere. Yap bunu, kendin için önce. Sonra biri için yap, en sevdiğin, en inandığın, en vazgeçemem dediğin için yap. Bir patikadan yürü, çamurlu olsun, kirlen biraz. Kolayı var nasılsa. Dağa tırman, ille Everest olmak zorunda değil ki. Bir adada en az bir gece kal. Çadırda uyumayı dene, bir karavanda kal bir haftasonu. Sıcak evini düşün, soğukta üşüyen bir kediye yardım et. İlle evine alman gerekmez, ama ona bi ev yap mesela bi karton kutuyla. Bi çocuğun gülümsemesi ol. Yaşlı bir teyzenin elini tut karşıdan karşıya geçerken. Biraz büyü bu yıl. Biraz çocuk kal. Dönme dolaba bin bir kerecik bile olsa. Bisikletle ormanda yol al. Orman bulamazsan park da olur, yeter ki özgür ol. Yağmurda ıslanmayı unutma. Ve karlara ilk basan sen ol  bu yıl. Bir kere güneşi doğur, bir kere de batır mutlaka. Sabah ezanı dinle martılarla bir sahil kasabasında. Dağ başında ateş yak ellerini ısıtmak için.  Ellerine ye zeytini, ekmeği kopardığın ellerinle. Durup dururken ağla: aksın içinde sıkışıp kalan ne varsa. Bir kere koş yüz metreyi dakikalarca. Bir yere yürü en sevdiğin arkadaşınla. Müzik dinle, ruh da beslenir unutma. Bağıra çağıra bir şarkı söyle sesin güzel olmasa da. En az bi şiir oku ve bir şiir yaz, dene en azından bu yıl bir kez daha. Çiçek al saksıda, çiçek ek bir toprağa. Elin bulaşsın, tırnaklarının içine girsin doğa. Doğada derin bi nefes al: öyle derin olsun ki, tüm evren sığsın içine bir anda. Sonra bırak nefesini, içinde kötülüğün zerresi kalmayıncaya dek. Saatlerce uyu bi akşamüzeri, sabahlara kadar otur. Ardı ardına üç film seyret bi pazar günü. Pazardan bir balık al, bir de bi duble rakı koy kendine; iyi gelir bazen tek başına içmek, anımsa. Gülümsemeyi unutma. Tüm bunları yaparken, yapmadan önce ve sonra mutlaka gülümse kendine. Takdir et kendini bu yıl, kendine kızdığından daha fazla. Daha sağlıklı beslen, daha az ye, daha çok uyu, daha çok hayal kur. Gerçekler hayallerden ilham alır unutma. yazmıştın değil mi bu sözü bi kenara. Mottonu değiştir mesela, denemekten korkma. Daha çok anı biriktir, daha çok anı yaşa. Çok özlediğin birini hemen ara. Çok kızdığın birini affet gitsin. Annene babana sarıl hayattaysa, değillerse gülümse onlara da, peki ya çocuklar, olmadı diye üzülme, yapamadı diye kızma onlara, gözlerinin içine bak, bir de sımsıkı sarıl mutlaka. Teşekkür etmeyi unutma. Herkese, her seferinde teşekkür et: küçük bir çocuğa, ekmeğini alan kapıcıya, markette sana yardımcı olan tezgahtara, sokağını süpüren adama, teşekkür et karşına çıkanlara. Aynaya bak bu akşam eve gidince bir kez daha; yüzünde gözün var... Ne yapıyor olursan ol, o gözleri unutma.



25 Aralık 2013

Brükselde Bir Akşamüstü

Bundan on yıl kadar önceydi; bir hafta sonu için, daha çok bir kahve içimlik bir yere gider gibi bir gidişti. Sırt çantasına atılan bir polar üst ve kot, iki farklı tişört ve yedek iç çamaşırlarının ağırlığında çıkılan bir yolculuk. Tüm yolculuklar gibiydi, tüm yollar ve tüm dönüşler gibi. Bir akşamüstüydü. Yağmuru ile ünlü kent, 3 günlük mola vermişti. Nisanda bir başkaydı... Kasımda daha bir güzel.

Bu sene Nisan ayında bir hocamız Kasım ayında işin var mı dedi.  Kasım ayında bir işim yoktu. Benden haber bekle dedi. Sonraki aylardan birinde koridorda karşılaştık. Pasaportun süresi var dimi dedi. Bakarım dedim. Akşam eve gittiğimde baktım ki, süresi geçeli neredeyse 6 ay olmuş. Hemen ertesi gün pasaport bürosunda aldım soluğu. Randevulu sistemin gözünü "yiyim" dedim. İşlerimi yaklaşık yarım saat gibi bir sürede halledip aldım soluğu termal çamaşırcıda. Var olan termallerimin yedeklerini de alıp rahat ettim. Ne de olsa Kasım ayında, 10 gün gibi bir süre Orta Avrupa'nın yağmurları ile ünlü kentinde kalacaktım. 

Günler su gibi aktı, son hafta son hazırlıkları da tamamladık. Nerede ne yenilecek, hangi sokaklar gezilecek, nerede hangi biralar içilecek. Yakın şehirler hangileri ve ne kadar süre o şehirlere zaman ayrılabilecek... Christmas Markete yetişiyor muyuz? Akşam uçağı ile gidecektik, öğlen gibi çıktık yola salına salına. Orda bir çay molası burda bir manzara seyreyleyelim diye diye vardık İstanbul'a. 

Tren yolculuğu kadar olmasa da uçak yolculuklarını severim. Garip bir heyecan, anlamlı bir telaş sarar beni. Aşk gibidir her yolculuk... Koşar adım gider, ayaklarımı sürüye sürüye geri dönerim. 

Bir üniversite ziyareti için gidiyorduk bu sefer; Erasmus+  sağolsun 7 gün etkinlik, 2 gün de bizden ekledik ve 9 gün sürecek olan Brüksel macerasına kanat açtık küçük bir ekip. 

İlk gün Bruge... Masal diyar... Anlatmıştım. Sonraki haftanın tamamı Brüksel sokakları... Arada üniversitenin diğer bir kampüsünün bulunduğu Leuven ki o başka bir yazının ana konusu. Sonrası dönüş telaşı. 


10 yıl öncede var mıydı bilmiyorum, belki de bu işte Gürkan'ın tekeri vardır. Bisikletle dünya turuna çıkarak hem hayalimi gerçekleştirme konusunda heves hem de bisikletle ilgili bir farkındalık yarattı. Daha önce Amerika'da dikkatimi çeken, şimdi de Brüksel'de gördüğüm bisiklet parkları ve durakları "neden kampüste de olmasın" fikrini bir kez daha ışıklı bir tabelaya dönüştürdü, döner dönmez anladım ki, tabela olarak kalacak bir fikir benimkisi... 


Beraber gittiğim arkadaşım bisiklete binemediği için bolca yürüdük. Zaten onca yediğimiz waffle ve çikolata nasıl erirdi başka türlü bilmiyorum.  Önceden yaptığım sıkı çalışma sonunda Mer du Nord gidilmesi gereken bir yer olarak kayda geçmişti. Şefleri yemek yaparken izlemek kesinlikle iştah açıcıydı. Kabul etmek gerekir ki her genç kızın gönlünde yatan beyaz atlı prensin seksi bir şef olması hayali vardır. Yoksa bu hayal bir tek bana mı ait. 


Az ilerde görünen dönme dolap çocuk yanımı harekete geçirse de hevesimi bir kaç gün sonra kurulacak olan Noel pazarına bıraktım. Dönüş yolu üzerinde St. Gery meydanında yer alan Zebra Bar özellikle canlı müzik için önerilse de, gündüz vakti mola için de bence güzel bir mekan. Taze naneli çay;  soğukla haşır neşir olan bünyeye canlı bir enerji katıyor dediler, denedik. Doğrusu pek beğendik.


Günlerdir aradığım "tarte tatin" ki bilirsiniz şahını yaparım, yine de ilk adını duyduğum kente gelince olmazsa olmazımdı ki aramadığım yerde karşıma çıkıverdi... Tek tabak çift servis kuralı ile gün ortası neşesi olan tatlı, memlekete dönülünce bir kez daha yapılacak nidalarına eşlik etti. Bahara Allah kerim.


Avrupa kiliseler cenneti... Bir süre sonra gezmekten vazgeçseniz de gene de görülmeye değer olanları es geçemiyorsunuz, hele benim gibi her İstanbul'a gittiğinde St. Antuan gezen biri için daha önce gezdiğin ve beni derinden etkileyen Treurenberg Tepesi’nde yer alan Michael and St. Gudula Cathedral'i ki görebileceğiniz en sade Katolik katedralidir belki de, ismini alış hikayesi ise kesinlikle orta yolu bulma becerisi, bir kez daha ziyaret edilerek ruh dinlendirilmesi suretiyle teşekkür edilerek yollara düşüldü. Yol dediysem, bildiğiniz gibi değil, bildiğin aç susuz ve hatta molasız 4,5 saatlik bir maraton. Önde rehber arkasında yarrrrr diye devam eden şarkı misali; 24 kişilik heyet, yürüyerek Brüksel tarihi dinledik, dikkatinizi çekerim hava 2 dereceydi ve kar toplayan güneş bile yoktu. Ne saraylar, ne meydanlar, ne adalet sarayları, ne parklar, ne binalar gezdik bir bilseniz, ve hatta yönetim biçimini uzun uzun anlatan rehbere soru sormak gibi bir gaflet içine düşen beni cevaplamak için yaklaşık bir yarım saati daha heba edince ki girmeyin derim derin devlet meselelerine çıkamazsınız Brüksel'de, zaten uzun olan yollar daha da uzadı tabi gözümüzde.

Bir önceki gelişimde sevdiğim kiliselerden biri bir yüzü antika pazarının olduğu meydana, diğer yüzü 48 heykelle çevrili Square du Petit Sablon parkına bakan Notre-Dame du Sablon kilisesiydi ki başka bir günün keyifli, bol molalı, şehri keşfetmek istiyorsan sokaklarında kaybolacaksın düsturu ile kahveli, biralı ve hatta elde patatesli duraklarından biri oldu. 



Brüksel 1950lerdeki hızlı değişiminden nasibini almış, kentsel dönüşüm- bir yerden tanıdık geliyor mu?- bir yandan kentin ulaşım sorununa çözüm olurken bir yandan da tarihi yerleri yerle bir etmiş. Burada bir parantez açıp "tek hat metro ve tren ağından" bahsetmediğimi bilmenizi isterim; üç katlı ve onlarca hatta ilerleyen demir örümceklerden bahsediyorum. Tarihi bir yandan yok eden el, bir yandan "mış" gibi taklitlerini üretmiş. Bu nedenledir ki, tarihmiş gibi sonradan makyajla düzeltilen yapılar ve tarih iç içe geçmiş. Bildiğiniz gibi; bazen sahtesi de yok satabiliyor. 

  

Biraz da ne yenir ne içilir bölümü ekleyeyim: 
Grand Place yoğun kalabalığı ve uğultusuna rağmen gündüz ve gece mutlaka görülmesi gereken; Saint-Hubertus Royal Gallery ve pasaj içinde yer alan klasik bir Belçika kahvaltısının leziz örneklerinin yenebileceği, döndükten sonra İstanbul'da da bir şubesinin bulunduğunu öğrendiğim Le Pain Quotidien, Belçika'nın çeşitli efsanelerle anılan işeyen çocuğu Manneken Pis, 1400lü ve 1600lü yıllardan kalma farklı dönem binaları, çikolata müzesi, meydana açılan sokaklarında yer alan butik mağazaları, barları ve daha pek çok ayrıntıya takılarak zamanı unuttuğum bu meydan Brüksel'i benim için keyifli kılan yerlerden biri. 


Meydanda bir şubesi bulunan 1800lü yıllardan beri var olan Maison Dandoy waffle yemek için tek geçeceğim yerlerden biri. Hele de bisküvi sever biriyseniz buradakilerin tadına bakmadan dönmeyin derim. Nerede bu memleketin meşhur midyeleri diye soranlara da; inanın öyle farklı lezzetlerde kayboldum ki, midyeye yer bile kalmadı bu sefer demekle yetineceğim. 


Döndük dolaştık, gezdik gördük...
Elbet sonuna gelecektik. 
Dönüş;
 hüznün umutla buluştuğu bir an benim için. 
Dönüşleri severim, belki de yeni bir gidişin müjdecisi olduğundan...

Nisan gibi... 
Bir hayal... 
Gerçek olacak sanki... 
Bu sefer olacak gibi. 
Dua edin olsun.
Evrene olumlu mesaj gönderin yani.
Biliyorum siz de ederseniz olur, 
olsun n'olur.

Aşkla dolsun yeni yılınız...
Yol olsun, yolculuk olsun, yolcu olsun kaderiniz.
Sevginin eksik olmadığı bir dünya pek ala mümkün.
Ders almaz bir aşık, düş gücü sonsuz bir sevdalı, umutlu bir hayalperestim ben.

Aşkla kalın!





17 Aralık 2013

Eataly İstanbul Açıldı

Bu habere neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum. 2011 yılında Newyork sokaklarında gezerken denk geldiğim; aklınızda bölgesel bir mutfak varsa; yemek içmekle ilgili satılabilecek bir sürü şeyin olduğu, restoran denince onlarcasının arasında keyfinize göre seçim yapabileceğiz ve aslında İtalyan mutfağı ile ilgili herşeyci denebilecek büyükkkkkkk bir alanı kaplayan bu kelime oyuncusu gurme İtalyan Eataly tabi ki fena halde ilgilimi çekti. 


Mutfak ve ben... 
Bilirsiniz, hassas bünyemin tamamlayıcı unsurudur damak tadı, hal böyle olunca "neden bu kadar mutlu oldum bilmiyorum" giriş cümlesi fena halde anlamsız kalıyor ama kabul edin sağlam bi giriş cümlesi oldu. Bir kere merak uyandırıyor. Okuyucuya neden mutlu oldu bu gariban dedirtiyor. Sonunda anlıyor ki gitmiş, görmüş bi de etkilenmiş... 


Bu gurme mekana olur da yolunuz düşerse bence göz zevkiniz için bile gezin... Damak zevkinizi belirleyen şeylerden biri bütçeniz ki emin olun bu mutfakta her bütçeye ucundan kıyısından hitap eden bir şey mutlaka var! 




11 Aralık 2013

İlk Kar

Yeni görevimin bana bahşettiği odada oturuyorum, geçici bir süre için de olsa yeniden burada olmak garip duygular uyandırıyor bende. Bundan tam yedi yıl önce gene bu binada, adını alan dağlara bakan üniversitedeki ilk odamın hemen yanı başındaki odadayım.  Üzerinden geçen zaman içinde Kalite Koordinatörlüğü ve Stratejik Planlama Müdürlüğü görevlerini yürüttüm. Üniversite bana ben üniversiteye çok şey kattım. Her iki birimin kuruluşunda da emeğim var. Şimdi yeniden kurulan bir birimin kuruluş öyküsünde yer alıyorum. Heyecanlıyım. Bir yanım; yaparsın sen diyor, bir yanım; yaparsın senler farklı seslerden yükseldikçe egosal bir şişkinlik yaşıyor. Kimi "işte şimdi yerini bulmuşsun" diyor, kimi süzen gözlerle bakıyor, kiminde bir hayıflanma, kiminde bir arkamdan konuşma telaşı.

Gülümsüyorum. Belki uzun zamandır olmadığı kadar, doğru bir zamanda doğru bir yerde durduğum için başıma bunların geldiğini biliyorum. Tabi  bir de "sen bi gereğini yap da" diyen güvenli sesin yanı başımda olması var. Şans işte. Bazen geldi mi her yerden, bazen vurdu mu dibine kadar.

Sabahın erkeni... kafamda yapılması gereken onca iş, oysa benim gözüm oynaşta. Ah bi kar yağsa... Dün akşamki gibi lapa lapa... Seyre dalsam alemi. Dün gece banyodan sonra keyifle içilen kış çayının kokusu burnumdayken, limonlu çayım geliyor masama. Şöyle derin bir nefes alıp, şükrediyorum.


Pencereden dışarıyı seyrediyorum. Usul bir kar başlıyor. Bir köşede kar toplayan güneş ışıl ışıl... İçinde bulunulması keyifli anlardan birini yaşıyorum. Kar lapa lapa yağmaya başlıyor. Gene mi bi kulağın bende...

İlk karın heyecanı sesler yükseliyor hemen arka bahçemde. Çamların neredeyse dört katlı binanın boyuna ulaştığını ve üzerinin yer yer karla kaplı olduğunu görmek nasıl bir keyif anlatabilsem.


On gün önce sokaklarında kaybolduğun Brüksel'i düşünüyorum. O zaman da ne kadar şanslıydım diyorum. Hiç yağmur yağmadı mesela... Bir şeker atıyorum ağzıma... Brüksel'i anlatsam diyorum. Telefonum çalıyor. Hadi diyor arayan in aşağı... Gene yazdığım yazıyı bir kez bile okumadan basacağım yayınla tuşuna... Bir kaç saniye sonra... Biliyorum. Bu hallerimi seviyorum.





04 Aralık 2013

Ortaçağ Romantizmi: Bruges

Bugün sizlere Ortaçağ romantizmi anlatacağım... Yer bize göre  kuzeyde... Bize göre küçük... Bize göre fazla eski, anlayacağınız bize göre biraz modernleştirmeli... Belki bir kaç ağaç söküp 3-5 AVM eklemek gerek, yani bize göre... 

Oysa koruyabilmeli insan yaşanmış olanı değil mi? Resimleri yırtıp atmak gibi bizim alışkanlıklarımız, sanki o resimler yoksa, yaşanmışlıklar da yok olacak. Bizi biz yapan, bir ülkeyi, bi kültürü, bir coğrafyayı var eden, yaşanmışlıklar değil de nedir? Anlaşılması güç bir hal alıyor zamanla "yok ederek modernleşmek". İnsan pek ala geçmişi ile de "modern" olabilmeli, var işte çok çok çok güzel örnekleri.

Dönelim mi ortaçağa... Kısa bir yolculuk olacak meraklanmayın. Benim için öyle oldu, kısa ama tadı yüreğimde kaldı. 10 yıl sonra yeniden geldim... Ve dilerim bir 10 yıl daha beklemem bir kez daha gelmek için diye ayrıldım. 

Nerede miyiz? Fransızca adı, Bruges, Hollandaca Brugge diye yazılıyor. Almancası ise Brügge... Belçika'nın batı Flandra ilinin başkentideyiz. Başkent deyince gelmesin soğuk ve resmi bir kent aklınıza. Bu kent bana göre sımsıcak kaşmir bir battaniye havasında. Yürüdükçe sokaklarında, ortaçağ romantizmi işliyor içinize. Yürüyüşünüz bile değişiyor zamanla. 

II. Dünya savaşının bozamadığı bu şehre gitmeyi planlayın, ev yapımı çikolataları, rahibe işi dantelleri, kanalları ve 400'den fazla bira çeşidi ile size kendisine aşık edeceğine garanti gözüyle bakın yola çıkarken ve unutmayın aşk toslamaktır bir duvara -ama şansınıza bu duvarlar brick denen bizdeki adıyla harman tuğla yani, lafı uzatmayayım- toslayın da zaten, aşk bu! insanın karşısına bir, hadi şanslıysan iki kere çıkar, o da çıksa çıksa. 

Bırakın aksın XII. yüzyıldan başlayarak zaman, pırıl pırıl kanalların arasında dolaşırken siz bir tekneyle bir ağaç gülümsesin doğanın tüm renkleri üzerinde.



Şansın yanınızda olduğu bir günse eğer ki, bizim için kesinlikle öyleydi... Kasım ayının sonunda güneş açtı yüzümüze... Gülümseten, şaşırtan ve yüreğimizi ısıtıan bir anıya dönüştü birden bire her detay. Panayır bile kurulmuş kentin orta yerine... Çeşit çeşit peynirler, sosisler, sucuklar ve biralar... Ama ne biralar... Patates bira klasiği için bir köşe bulduk kendimize... Az sonra çıkacağımız kanal turunun hayaline kaldırdık ilk kadehleri, ikincisi yarı fiyatı... Devirdik birer tane de bize bu güzellikleri görme fırsatını verene. Şükrettik ve gün boyu hep gülümsedik. 



Az önce yürürken gördüğümüz kadını gördük panayır yerinde.
Elinde torbaları 
belli ki bisikleti bir sokak ötede  
yürüyordu aheste yüzünde soğuk kış güneşi gülümsemesiyle
pırıl pırıldı beyaz teninde ışıldayan açık gri gözleri
Yaşlanınca böyle bir yerde yaşasam dedim içimden, güler miydi ki gözlerim böyle içten. 




 Planlasak olur muydu bilmem, 
ama oldu işte: "Christmas Market" açılmıştı bizim şerefimize
Davete icabet etmek gerek dedik, verdik 12 avro giriş ücreti, daldık bir masal diyarı olan
Winter Moments with Flowers, 2013'e...
Kaybettik zamanı çiçekler arasında, orada çekilen fotoğraflar kaldı bir başka yazıya....


Şarap tadımından sonra attık kendimizi dışarı, 
bir elimizde kahve diğerinde tarçınlı kurabiye, 
ah be şair uymadığı mısra buraya...
Gene de umurumuzda değildi dünya...
Hemen yanıbaşımızda akıyordu deniz... 
Kentin içine kadar girmiş. 
"gel" diyordu.
"gel gir içime"
Atladık bir tekneye, belki varız 20, bilmem ki belki de bir ben, benden içeri.
Gitiik usul usul ileriye... Bir kanal boyu geriye sonra ve sonra sağa. döndük.
Sonra biraz eğildik. Bilmem ki belki ben uzundum diğerlerine göre. 
Kafamı kaldırdım. Baktım ileriye... 
Koca bir heykel önümde. 
Ölümsüz hikâyesiyle Giovanna d'Arco -bildiğimiz adıyla Jan Dark-
Sanki birşeyler fısıldadı yüreğime.




Bitti mi gün sahiden, ne zaman bıraktı sahneyi güneş aya... 
Alkışlayamamıştım ben ayakta. 
Bir kere daha.. Bir kere daha çıksan sahneye Bruges. 
Anlatsan yaşadıklarını bana. 
Ev ev hikayelerim olsa cebimde bir kırıntı niyetine. 
Geçtiğim sokaklara bıraksam teker teker onları. 
Bir kez daha yolum çıksa sana. 

Amin.




Fotoğraflar Samsung W ile çekilmiştir.