19 Şubat 2014

Fotoğrafın Fısıltısı / Tutsak



ben bir tutsağım bugün... 
                                                  özgür kuşlara özenen. 
ne düşünür bi kuş... beyniyle.
                   ve söylesene ey kumru, 
gördüğüm nedir seyreyleyen gözümden 
       çaresizliğim mi seni hüzünlendiren





18 Şubat 2014

Akşam Pazarı ve İstanbul Devlet Tiyatrosundan Profesyonel


14 Şubat akşamı... Kadınlı erkekli yürüyen insanlar... Eller kollar çiçek ya da paketlerle dolu... İnceden bir telaş... Yağmur mu çiseliyor... Ya yağarsa.. Ya yetişemezsek... Onca bekledik, ayağımıza kadar da geldi... Ya yetişemezsek... Kapılar kapanır. Zaten tek perde... Ya yetişemezsek... Saatler öncesinden yola çıktık. Günler öncesinden biletlerimizi almış... Yıllar öncesinden okumuştuk: 

Bir adam aniden gelip de bir insanın geçmişini değiştirebilir mi, diye soruyor Teodor, daha oyunun en başında, kendini tanıttıktan hemen sonra. Salondan birkaç kişi hayır diyor, yarı duyulur yarı duyulmaz bir sesle. Teodor gülümseyerek bakıyor salona yani bizlere, bir şey söylemiyor ama hala istediği cevabı bekliyor gibi.

diyordu beenmaya yazısının girişinde...  23 Şubat 2010'da yazmıştı yazıyı.

Yağmurlu bir akşamda, tiyatro kapısında kuyruk... nasıl da umutlu bir gülümseme herkesin yüzünde... Işıl Kasapoğlu rejisindeki oyununun çevirisi Başar Sabuncu ve Bilge Emin tarafından yapılmıştı. Yetkin Dikiciler ve Bülent Emin Yayar sahnede devleşse de...  Gülen Çehreli ve Birol Engeler'i de unutmamak gerekti... oyuna dair okuduğum ne varsa, merdivenleri telaşla çıkarken geliyordu aklıma... Balkonda yer bulabilmiştim. Balkonda... en arka sırada. 

Teja ve Luka'yı seyredeceğiz... Aslında Teja'yı dinleyip, Luka'yı seyredeceğiz. Koltuklarımıza oturuyoruz. Anlamsız bir giden gelen, hareket, kalabalık... oyun başladı, Teodor yani annesinin Teja'sı, kısık bir sesle anlatıyor kendini. Allahtan buraları biliyorum... Ama neden bitmiyor bu geliş gidişler. Kapılar kapanmadı, oyun başladı. Teja sorusunu sordu. Soru havada kaldı. Cevabın az sonra geleceğini biliyorum. Heyecanla Luka'nın sahneye gelmesini bekliyorum. Luka geliyor... Nihayet tüm koltuklar, aralara konan sandalyeler ve merdiven boşluklarında ayakta oyunu izleyenler yerlerini alıyor. Sessizliğin içinde iki ses anlatıyor 18 yıla yayılan hikayeyi... Yan rollerde Martha var... Teja ile doğumgünü yemeğine çıkacak olan sekreter... ve tabi bir de "kaçık"; yazar olmayı o kadar istiyor ki... oyuna katkısı pek fazla değil kaçığın... sanki sadece telefonda bir ses olarak kalsa bile olurmuş... Martha cılız kalıyor... Anlamsız bir hayatın boşta kalan parçası gibi birazcık... Oysa Luka ve Teja... Sanki bi 2 saat daha konuşsa rahatlıkla ve sıkılmadan izlermişsin gibi geliyor insana. Oysa dekor sabit, ışık neredeyse değişmiyor ve dış ses ve müzik neredeyse yok gibi. Ama o hesaplaşma... O insanı içine çeken ve sonrasında kendisiyle baş başa kalmasına sebep olan hesaplaşma... En çok alkışı da o hesaplaşma alıyor zaten. 

Luka ve Teja konuştukça... Unutulanlar geliyor akla... Gözün önündeyse hep bir diğerinin gözüyle olup bitenler... Konuşuyor Luka, dertleşiyor Teja... Koşuyor Teja, kahkahalara boğuluyor Luka... Sarılıyorlar, bakışıyorlar, anlatıyorlar, ağlıyorlar, geçmişin katmanlarını yıl yıl, olay olay bir bir kaldırıyorlar, şemsiye, eldiven, pelüş bir köpek oluyorlar...Kayısı rakısı içiyor, ağlıyorlar... İçmek ikisini de güzelleştiriyor mu ne... Sona yaklaşıyor oyun... Kayısı rakısı olsa da içsek...

Dünyaca ünlü Sırp yazar Duşan Kovaçevic, Yugoslavya’daki büyük dönüşümden önceki ve sonraki toplumsal-politik yaşamı, bir entelektüelin yaşamöyküsü içinde, karakomedi türünde ve ironik bir üslupla anlatıyor. 40 yaşlarında bir edebiyat adamı, bir sekreter ve bir gizli polisin süprizlerle dolu soluk soluğa izlenecek hikayesi.

Ne kadar yavan kalıyor tanıtım yazısı... Nasıl güzel  bir tat bırakıyor oyun izleyicide... Cevabı ne zor bir soru ile baş başa kalıyor insan yağan yağmurun altında, ıssız sokaklarda yürürken... 

Ertesi güne kadar devam ediyor etkisi oyunun... Edebiyatın ve içinde bulunduğumuz çevrenin hayata bakışımızı nasıl etkilediğini öyle çarpıcı diyaloglarla veriyor ki oyun... bazı kelimeler, anlar ve geçmiş... peşinizden gelen bir gölgeye dönüşüyor... ve bazen siz yavaşladığınızda, durup da düşünmek istediğiniz de yani... önünüzde uzayıp giden gölgeniz oluyor geçmişiniz. 

Ve perde...



Ertesi gün ev sabit bir dekora dönüşüyor aniden... Puslu, sisli, yer yer yağışlı havada ışık değişmiyor gibi. Salonun bir köşesinde oturmuş, dışarıya bakıyorum. Kafamda binbir düşünce. Nerede, ne zaman söylediğimi hatırlamakta zorlandığım kelimeler... sonrasını ve belki de anını bilmediğim görüntüler... Akşama doğru... İçim içime sığmayınca, yağmurla uyumlu giyinip atıyorum kendimi  sokaklara... Akşam pazarı... Yakalıyorum yine telaşlı insanları... Seviyorum hayatın günlük koşuşturmacasını. İçim hafifliyor... Dağılıyor ufunetim.

Balık pazarında alıyorum soluğu... Çinekop, hamsi, çupra, kalkan derken... Alıveriyorum bi balık kendime de.. 


Hemen karşı sokaktaki yeşillikçiye uğruyorum... Marul, ince kıyım yapılacak. Roka, narlı ekşili... Maydonoz, dereotu, turp, taze sarımsak ve nane... Bir tutam fesleğen unutulmamalı...



Hemen karşı köşedeki zeytinciden Antep ya da Hayat kırma, kurutulmuş domatesli... Bol limonlanacak. Başka da bir şey istemez...



Bir de mantarı fırınladık mı, az tereyağlı ve kaşarlı... Hımmm


Mevsimi değil ama renk için bir salkım domates... tadı olmasa da görüntüsü yeter deyip onu da attık mı torbaya...  Bir de mandıradan keçi koyun karışık beyaz peynir... Fazla mı oldu ne... Ağır geliyor yük, hafifletiyor kurulacak masa ve konuşulacaklar... Gece uzayıp gidecek belli... Çağırsam gelir mi ki...


Son bir dönüp bakıyorum pazardan çıkarken, poz veriyor enginarcı çocuk. Yakışıklı kerata... gülümsetiyor beni. Onun da fotoğrafını çekiyorum paketleri sağa sola dikkatlice yerleştirirken. Yok! Enginar almıyorum. Onun daha zamanı var... Metroyo doğru insan kalabalığının içinden  geçip gidiyorum. Telefonum çalıyor:



Napıyorsun bu gece...
Rakı sofrası kuracaktım...
Bana da yer var mı...
Olmaz mı...
Bi şey lazım mı...
Rakıyı kap gel...


O gece uzayıp gidiyor sohbet... 
Oyunu... Oyunun lezzetini konuşurken, geçmişi... 
Geçmişin lezzetini konuşurken, şimdiyi... 
Şimdi de kalıyor kelimeler... 
Sonrası mı... 

Sessizlik ve gözlerin ışıldaması kadar güzel gece...

Ve perde...



31 Ocak 2014

Huzursuz Dingin Aksi Oksimoron

Uzun zamandır film izlemek konusunda tembeldim. Dikkat dağınıklığım pik yapıyor, filmin orta yerinde akıl listemin yapılacaklarına olmayacak işler sıralanıyordu. Hikayelerin içine bir türlü giremiyor, filmleri hızlandırılmış versiyonları ile x2 yaparak izleyip, yarın saate bir film sığdırıyordum. O filmlerden birinde duydum oksimoron kelimesini, -bir çocuğun babası ile paylaşabildiği nadir zamanların vazgeçilmez oyunuydu oksimoron kelimeler üretmek seyrettiğim filmde- daha öncede duyduğum ama gündelik hayatımın bir parçası haline getirmediğim bu kelime sonraki günlerde anlamsızca karşıma çıkmaya devam etti. Duymayana vikipedi bilgilendirmesi mevcut.

"Sessiz çığlık" en sevdiklerimden biridir, bugünlerde favorim "huzursuz dingin". Ruh halim tam da böyle olduğu için belki de... Bilmiyorum, hayatın acımasızlığını, haksızlıkları, yalanları anlamakta her geçen gün biraz daha zorlanıyorum. Sabrının taştığını söyleyen bir "iyi yürek"; çarem kalmadı eğer bu hayat bu kadar acımasızsa bu sefer "çeker vururum" dedi; bir tane ona, bir tane de kendime. Dondu zaman. "Saçmalama" kendi içinde bi oksimoron. 

Fotoğraf çekmeyi seviyorum, illüzyon gibi. Neyi nasıl göstermek istiyorsan fotoğraf işleme programları sana yol gösteriyor. Biraz daha sisli, biraz daha yeşil, biraz daha kalabalık, biraz daha renksiz... Sen ne istiyorsan "an" ona dönüşüyor. "Sanat" buradan bakıldığında nasıl da anlamsız geliyor. Koca bir "yalan" "gerçek"miş gibi sunulabiliyor. 

Hologram meselesine girip de gündelik hayatın akışına gönderme yapacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Ya da ayakkabı kutularına, ya da son bir ayda 6000 polisin, onlarca savcının yerini değiştiren, "ileri demokrasi" anlayışındaki "bağımsız yargı" meselesine... Yok hayır bu konularda içimden bir şeyler konuşmak bile gelmiyor. Makro gündem içimde garip yaralar açmaya devam ede dursun, kendi mikro hayatımın da bu anlamda pek iç açıcı havadislerle dolu olduğunu söyleyemeyeceğim doğrusu. Bireysel olarak ben "dingin" bir dönemdeyim ama çevrem "huzursuz" onlarca gelişme ile her gün yeni bir "kal" ile güne başlayamama, devam edememe, uyuyamama ve uyanamama artık ciddi bir sorun.

Her şey yarım aklıyor... Mesela ne oldu "Öykü'ye" bilmiyorum, bu durum "ölü doğum" ile açıklanabilir mi ki... Bir de iddialı laflar ediyorum ara sıra:

okur açısından merak dozu önemlidir elbette devam etme isteğinde ama bir de yazan boyutu var ki, o merakın karşılığını tam olarak verebilme isteği işte insan bazen orada tıkanıp kalıyor.

Bak sen! dedim alaylı bir tavırla.  Sahi ne oldu öykülere... Yazar dediğin adamın sıradan bir hayatı olabilir mi? Hayır ben yazar değilim, yazan biriyim sadece.  Bunu daha önce de tartışmıştım kendi içimde; Dilsiz Gecelerin Sessiz Tanığı

Ne dağınık bi yazı oldu bu. Ne anlatıyorum ben. Anlatıyor muyum gerçekten. "Akışkan kıvamlı" kelimeler gelse aklıma. Yazsam "öykü"yü, ya da tamamlasam olanı biteni. 

Ah kadın! Oksimoron musun? Nerede kaldı güzelliğin, harcadığın onca çaba. Sahi nedir güzellik, sadece dış görünüşte kalakalırsa. Aman bu konuya da girmeyeyim çıkamayacağım nasıl olsa. Güzel olan ben değilim. Yani dışarıdan bakınca, ama bir kadın var çok güzel, dışarıdan bakınca... Ama yaptıkları, içinin aynası. Söyle bana ayna, neler olup bitiyor bu hayatta.

Ben Evren bu arada; huzursuz dinginim... Gene gelin, beklerim. 


görsel

30 Ocak 2014

Akustik Hikayeler


Akustik var, hikaye yok diye başladı iki eski dostun sohbeti... 
Lezzet vardı sohbetlerinde, lezzet vardı sözlerinde, lezzeti kaldı yüreklerimizde.


Rüzgarlığı anlat bana dedi Şeşen
Bir rüzgar girdi içeri usul usul 

İyi ki geldik bu konsere diye takıldılar birbirlerine
Onlar sustu, gitarları sustu
Haykırdı seyirci

"Beni bu dertten kurtar"




Sakman aldı sözü seyirciden, rüzgar oldu sesi 
usul usul söyledi şarkısını

"Çünkü ayrılık da sevdaya dahil 
Çünkü ayrılanlar hala sevgili"

Sonrası hep bir ağızdan
Sonrası hep bir yürekten
Sonrası akla ziyan
Sonrası hep bi keşke...







Sonra selamladı iki büyük yorumcu birbirini,
seyirciyi de elbet...

Geri geldiler bir kez daha
"neler oluyor" dediler
Olan budur dedi seyirci
Bıraktı yüreğini

Onlar alıp gitti gitarlarını
Rakıyı içmek seyirciye kaldı












29 Ocak 2014

Samsung Macerası Nasıl Sonuçlandı?

görsel



Merak edenleriniz olmuştur elbet, "Bir Samsung Tüketicisinin Uzun Soluklu Hikayesi" nasıl sonuçlandı diye. Süreç bildiğiniz gibi meşakkatli idi. Eee, sonuç neden öyle olmasındı ki... Yazıyı yayına verdikten ve twitter ile instagram üzerinden Samsung'a ulaşmak için epey bir çaba harcadıktan sonra, nihayet Samsung Türkiye bana ulaştı. Yaşadığım süreçten üzüntü duyduklarını, ek ücret almadan fırını göndereceklerini söylediler. 1 hafta sonra fırın geldi. Cumartesi günü fırını alıp eve getirdim ve fark ettim ki bu fırın garanti kapsamında sayılmıyordu. Benim merak ettiğim ise bu sefer şu: Bir ayıplı ürün yenisi ile değiştirildiğinde yenisi neden garanti kapsamı dışında kalıyor? 

Tamam tamam bu sefer araştırmaya hiç niyetim yok. Zaten yeterince sabırlı olduğum uzun bir zaman dilimini geride bıraktım. Diliyorum yeni fırınımla yine harikalar yaratacağım. Bu süreçte daha öncede söylediğim gibi; teknik servisin önemini bir kez daha anladım. Oradaki arkadaşlar müşterinin yanında olmak konusunda bu kadar çaba harcamasalar süreç nasıl sonuçlanırdı bilmiyorum. Neyse ki benim hikayem mutlu sonla bitti. Dilerim müşterinin yokuşlara sürülmediği, canından bezdirilmediği satış sonrası hizmet anlayışının müşteriden yana geliştiği hikayeler bizim ülkemizde de sıklıkla dile gelir.

Rüyalar, Geçmiş ve Gelecek

Uzun zamandır uykularım bi tuhaf, gene! Oysa düzene girmişti, yatağa yatar yatmaz uyur, 6-7 saatlik sağlıklı bir uyku sonrasında güne daha güzel başlardım. 2-3 haftadır garip sayılabilecek rüyalar görüyorum: sürekli geçmişte bir şekilde hayatıma giren ama artık hayatımda olmayan insanlarla bir çeşit macera dozu yüksek, "Bond" filmlerini aratmayacak aksiyon çeşitliliğinde sanki uyanıkmışım gibi, gelişen olaylara mantık çerçevesinde baktığım, sabahları yorgun uyanmalarıma sebep rüyalar silsilesi ile boğuşuyorum. Bir de üstüne üstlük neredeyse her sabah "acaba ben gece uykumda konuşuyorum da ben mi anlayamıyorum" ya da "haydaaaa bu nasıl bir rüyaydı diyaloglar son derece mantıksızdı"  gibi cevabı olmayan sorularla üniversiteye doğru yol alıyorum. Sonra tahmin edileceği gibi hemen herkes "neyin var" diyor. Zuzaylılara karıştım, dönecem diyesim geliyor. Ama demiyorum. 

Böyle sabahlarda kafam öylesine dalgın oluyor ki, her şeyi iki kez kontrol etmek, unuttuğum şeyleri gün içinde unuttuğum yerlerinden toparlamak, karşımdaki insanları dinlediğimi sanırken, kafamdan cümlelerini tekrar etmeye çalıştığımda koca beyaz bir boşlukla karşılaşmak ve dönüp, "bir kez daha de bakayım az önce dediğini" gibi anlamsız cümleler kurup gülümsemek, yarım kalan işlerimi sürekli "yapılacaklar listesine" eklemek ama gene de unutmak ile geçiriyorum. Yazarken fark ettim ki sanırım Serpil'imin değişi ile benim "cnbcehsbc" hastalığım pik seviyesinde. İyi de neden?

Gezegensel bir durum olabilir bence, merkür gerilemiş, neptün yana kaymış, mars ters dönmeye başlamış olabilir mesela. Ya da ne bileyim bu uykusuzluk halleri fena halde yıpratıyor beni. Üstelik bir de yaşlandım. Konuya girinceye kadar geçen iki paragraflık bölüme dayanabildiyseniz, bir iyi bir kötü haberim vardı denebilecek ve kişisel tarihime not düşülecek iki gelişmeyi paylaşmak istiyordum aslında. 

Yılların bizi güzel kıldığı zaman diliminden beri dostum olan, her seferinde bıraktığımız yerden başlayabildiğimiz, yeteneklerine her zaman hayran olduğum güzel insan Şenay Şenöz "kitap ayraçları"nı bir başka özel ve güzel yapıyormuş meğerse, hemen annem ve babam için bir sipariş verdim, sabırsızlıkla bekliyorum. Sonra kendime de yaptıracağım bir tane ama benim ki aynı zamanda yanında bir sembol de içerecek. Hımmm... Güzel şeyler bunlar... 


Kötü habere gelince, şükretmiyoruz yeterince... Teşekkür hep eksik kalıyor. Hayat bize sunulmuş bir hediye, bazen paketten düşlediğimiz çıkıyor, bazen bir türlü sevemeyeceğimiz "bi" şey. Ama sanki biz atlıyoruz; "hatırlanmış olmayı". Sırf bunun için bile teşekkür edebilmeli insan. Ah nasıl da sonu olmayan tartışmaların konusudur "adaletin bu mu dünya" nidaları.

Geçen hafta içinde bir çalışma arkadaşım gelip, "biliyor musun bizim Ahmet'in oğlunda Canavan diye bir hastalık varmış" dedi. Bildiğim bebek daha yeni doğmuştu. 2 bilemedin 3 aylık olmalıydı. Üstelik anne baba yetimhanede büyümüş, zor şartlar altında bir yuva kurup bir de bebek sahibi olmuşlardı daha iki yıl -üç yıl olmamıştı. İkinciye hamile kaldığında  hepimiz iyi düşündünüz mü desek de onlar kararını vermişlerdi; doğurmamak günahtı. Eve bakan Ahmet'ti. Tek maaş. İki küçük çocuk, kirada bir evde, el uzatacak bir akraba-yakınları yok, genede geçinip gidiyorlardı. Bu ikinci bebeği de veren Allah rızkını da verecekti elbet. Umarım verir derken gelen hastalık haberi herkesi perişan etti, ama yine de ateş düştüğü yeri yakıyordu. Hastalık genetikti, bebeğin yaşama şansı oldukça düşüktü. Üstelik bakım süreci son derece masraflı ve ülkemizdeki mevzuat gereği oldukça sıkıntılıydı. Ama nasıl otursunlardı elleri ellerinin üstünde. Sağa sola haber salındı, yardım elleri bir bir uzandı. Kendi aramızda nazımız geçenlere haber ettik, sağ olsunlar duyan 5-10 para yardımı yaptı, epey toplandı, çözüm olmaz ama nefes olur diye kendisine verildi; iyi dilekler, dualar iletildi. Sonrası Allah'ın takdiriydi. 

Bu süreçte beni düşündüren 2-3 olay oldu; biri bu koşuşturma halinde koridordan geçerken tesadüfen orada bulunan bir öğrencinin, "kusura bakmayın kulak misafiri oldum, ben de yardım edecek birilerini arıyordum, eğer uygun olursa ben de bir miktar yardım versem" diyen kızın gözlerindeki ışıktı. İnsan insana yardım elini uzatıyordu. Bir diğeri ise "arkadaşlardan duyduk yardım topluyormuşsunuz -bugün ona yarın bize, biz de katkı koymak istedik" deyip de topladığı parayı bana uzatan genç kızın sımsıcak yüreğini ortaya koyuşu oldu. 

İnsanın her yerde ve her koşulda "insan" olduğu bir gerçekti... Bir de "mış" gibi yapanlar vardı, onlar en çok böyle zamanlarda maskelerinden oluyorlardı. Şükrettim güzel yürekli bir yığın insan var çevremde diye ve teşekkür ettim o insanlardan biri olmak konusunda beni yalnız bırakmayan yüreğime. 








22 Ocak 2014

Nerdesiniz Güzel Yürekler




Her şey dün instagram üzerine yapılan bir sohbetle başladı. Arkadaşım "ay sende ne cevherler varmış" deyip blog yazılarıma gönderme yapınca, sen beni boşver, asıl şu şu ve şu blog yazarlarını oku da cevheri gör dedim, demesine de o saydığım blogların hiçbiri benim okuma listesinde yoktu. Kaybolmalarına bir anlam veremedim ama üzerine de pek düşünmedim. Tek tek buldum gene güzel yürekli, kalemi kuvvetlileri... 

Hayır işin komiği bunca zamandır sanıyorum ki bu insanlar yazı yazmıyor. Meğerse ben onları izlemiyor muşum iyi mi? Şaşkınlık işte... 

Artık gözümün önündeler, sayfama takip ettiğim blogların listesini ekledim. Dünün anısına "Cevherler" koydum başlığını. Artık kaybetmem diye düşünüyorum. Öyle umuyorum. Bugün arayı kapatmak için bloglararası 100 metre koşusuna katılacağım. Ayların acısını bir günde çıkartmam lazım. 

Siz siz olun sevdiklerinizi gözünüzden uzakta tutmayın. (Böyle de mesaj içerikli yazarım.)







görsel / google-yiğit özgür karikatürleri