24 Nisan 2014

ŞAHMAT



Bazı anların içinde sıkışıp kalmaktır geriye dönüp bakmak. 
Üstelik artık baktığın geçmiş eskisi gibi değildir. 


 Ama insansın, bakarsın. 
Neyi değiştirebilirdim dersin,
bilirsin olasılıkları sonsuz bir satrançtır hayat 
ve her an "şahmat" demek için pusudadır. 

Sen oyunu nasıl kurarsan kur!
O, oyunu bozandır.
kafasına göre bildiği gibi oynayıp, 
her an mızıkçılık yapmaya hazır yaramaz bir çocuk.

Diğeri kolay, 
sen gel böyle bir çocukla arkadaş ol bakalım becerebiliyorsan.
Bukalemun olmak derdi sevdiğim adam.

Sahi kaç kezdir ki bi hayatta şansın, tir tir titremekten yana.






Bir kaç gecedir devam eden huzursuz mantık sendromum beni güçsüz bıraktı.
Dolu ile boş arasındaki amansız dengeden galip çıkabilmek için savaşıyorum.
Nafile bir gelgitin ne sebebi ne de karar noktasında son sözü söyleyecek olanıyım.

İçimin içimi kurt gibi kemirmesinden mütevellit; uykusuz ve yorgunum.

Kafamın içindeki cılız ses;
Kendini yıpratmaktan vazgeç, vardır bir sebebi,
kendini teslim et akışa...
Ak sadece zamanla.
Direnme, değiştirmeye çabalama.
Uyumlu bir şekilde akışkan ve sebatkar ol.

Bir damlasın.
Damla gibi davran.
Sen ol.
Olacak zaten olur.

diyor.

İnsansız bir mekanda amansız bir yalnızlık içinde erirken,
 ağaçkakanı ilk kez görüşüm geliyor aklıma.
Yıllar sonra yine aynı yerde,
belki de bir kez daha çıkar diye karşıma;
uzun uzun seyre dalıyorum gözümün alabildiği yerleri.
Kuşların sesleri birbirine karışıyor,
bir de dalları göğe uzanan meşelerin henüz yapraksız dallarının hışırtısı
kafam önce sağ omzumun üzerine düşüyor,
güçlükle kaldırıyorum ama bu sefer de sola meyil ediyor.

Gözlerimin ağırlığı ile savaşmaktan vazgeçiyorum.
Öylece koltuğun üzerinde,
kuşların neşesi ve henüz çiçeklenmiş ağaç gölgesinde
süresiz
uyuya kalıyorum.

Derin ve sessiz!
Okyanusa doğru giden bir damla gibi.

Şahmat dese ya
böyle bir zamanda
hayat bana

ne öncesi ne sonrası
şimdi
şu anda

aşka kapasam gözlerimi
aşkla yıkansam












10 Nisan 2014

Teşekkürler Hayat Küçük Mucizelerin İçin




bir sabahın erkeninde gözlerimi açıp,
yeniden ve her zaman ki gibi gülümseyerek
MERHABA
diyebilmektir aslolan,
emeği olan herkese minnettarım

elbet daha iyisi olabilirdim
dilerim bundan sonraki yıllara

aklımı yüreğimden
yüreğimi dilimden ayırmadan
dostlarla
sımsıcak 
gülümseyen 
nice güzel anılara yelken açacağımı biliyorum

dolu dolu geçen 42 yılın sonunda 
yeni bir yaşa
hayatın bana hazırladığı küçük mucizelere hazırım

AŞKla...


31 Mart 2014

Seçim Öncesi Ispanaklı Erişte Üzeri Seçim Sonrası Ruh Hali


27.03.2014

Yasaklar artıyor, özgürlüğün değeri ancak kaybedildiğinde anlaşılacak gibi, muhalif her ses bir şekilde susturuluyor. Çoluk çocuk miting alanlarına gitmek ayrı bir dert ve muamma. Nedense ve nasıl oluyorsa kapsül dediğin şey çocukların başına isabet ediyor.  Yerel seçim havasından yoksun, genel seçim telaşında geçen günler sandığa yaklaşıldıkça çirkin yüzünü daha çok gösteriyor. Geçen gün merak edip baktım, büyük şehir adaylarının projelerine. Hepsi birbirinden kıymetli geldi gözüme. Hangisi daha faideli olacak acaba dedim, işin içinden çıkamadım. Vatana millete hayırlı olmasını temenni edip çeyiz sandığıma sarıldım.

Tablo nereden bakıldığına bağlı olarak bazen "kapkara bir endişe" bazen de "yolun sonu gene ışık, gene umut" oluyor. Bir yandan savaş tam tamları öte yandan tape diye bağrınan çığırtkanlar...

Gündemin hızına yetişmek mümkün değilken, siyasi gündemin tapesel endişeleri ile iyice yüksek hıza ulaşıyor. Yorgun bünye zaman zaman kaçmak istese de; kalınması ve savaşılması gerektiği gerçeği ile titriyor!

Son günlerde ülkecek delirmenin eşiğine sürüklenirken, ben yine buldum kaçmanın bir yolunu, biraz telekinezi biraz tape, ver elini ıspanaklı erişte dedim ve attım kendimi mutfağa.

Sonum hayır değil. (Kesin bilgi)



Malzemesi az, lezzeti bol, zahmetsiz erişte çeşitlemesi serilerime bir yenisini ekleme fikri ile girdim mutfağa. Soğan, sarımsak ve fıstıksız olmazdı. Önce kavurdum malzemelerimi az tereyağı, az zeytinyağı karışımında. Bir tatlı kaşığı kadar  salça ekledim; acı biber. Kokusu çıkar çıkmaz ekledim harlı ateşte kavurmak için 300 gr kadar ıspanağı. Sonra ateşin altını kısıp suyunu salmasını bekledim ıspanakların. Muskat rendeledim, dozu damak zevkinize kalmış, dikkatli kullanın yemeğiniz acılaşmasın. Suyunu salmış olan ıspanağın üzerini örtecek kadar kalın kesim erişteyi yaydım en üste. Ben tuz eklemiyorum salçadan dolayı ama eğer eklenecekse bu aşamada bi tutam eklemek gerekli. Kapağını kapadım yemeğimin. Erişteler şişip, yemek kokusunu salınca evin içine, kapattım ocağın altını. İçini çekmesini bekledim.


31.03.2014

İçimi çekerek uyandım. Bir gece öncenin uykusuzluğu ile sersemlemiş kafamı dik tutmakta zorlandım. Koridoru aydınlatan sabah güneşi gülümsememi sağlasa da gözlerimdeki endişe daha ön plandaydı. Telefonu elime alıp gündemin içinde kayboldum. Koca bir dehlizin içinde gibi, bir sağa bir sola savruldum. Ne umuyordum; bir mucize mi? Mevsimi değildi anladım. Sessizce yatağın içine gömüldüm. Bir fotoğraf belirdi gözümün önünde... Bir duvar. Telefonumun galeri bölümüne girip fotoğrafı buldum ve instagram hesabıma yükledim.


Bi duvar daha örüldü özgürlüğün üzerine, bi kozada uyandık kurtarılmış şehirlerdeki, mahallelerdeki ağaçların dallarında. Oysa bu sefer umut vardı içimizde, hırsıza, arsıza, yalana kanıp, bunları en büyük günah atfeden kitabı bırakıp, günahkar bir kulun peşinden inancı kovalamasaydı onbinler... Daha güzel bir sabaha uyanabilirdik. Yazık. Olan ipek böceği olmayı hayal eden tırtıllara oldu. Ölürler şimdi teker teker yıkıcılığında zulmün. Ölürler... Çok yazık. Oysa bazısı kelebek olup uçacaklardı, bazısı ipekli kumaşlara renk renk desen... Umuda uyanmak istedik, karanlığınızda boğmak istediniz. Ölmeyeceğiz. Herşeyin kirli olduğu bir dünyada sandığın temiz kalacağına olan romantik bir umuttu içimizdeki. Yine de... Her şeye rağmen... Diyebilmekti... Yazık. Yazık bu ülkenin duvarlar ardında yaşayan iyi yürekli, kötülük bilmeyen, yalanı günah bilip, hak yemekten korkan masum çocuklarına... Gri bir gökyüzüne uyandılar. Karanlık bir yarına. Çok yazık. Vazgeçmeyin çocuklar, güzel günler göreceğiz, buna inanın. Hayal edin özgür bir kelebek olduğunuzu, hayal edin ipek halılara desen olduğunuzu, hayal edin genç bir kızın ipekli elbisesindeki en güzel renk olduğunuzu. Ağaçları sevin, rüzgarı ve bulutları... Ama Nazım'ın dediği gibi en çok insanı... 

20 Mart 2014

30 Yıl Sonra Okuldan Kaçılır mı?


Dile kolay otuz yıl... İnsan zamanın aktığını ve hızını ancak geriye dönüp baktığında ve bir hesabın içinde kendini bulduğunda anlayabiliyor. O gün de öyle oldu. Öğle yemeği için buluştuk, konu konuyu, dert derdi, anılar anıları kovaladı... Bitmesin istedik... Okuldan kaçtığımız günü konuşunca da... İşten kaçmaya karar verdik. Okuldan da analarımıza haber verir kaçardık, işten de patronlara haber verip kaçtık. Fikri güzeldi, keyif aldık. 



Nereye gitsek diye düşünürken, okuldan kaçtığımızda gittiğimiz Kültürpark aklımıza ilk gelendi, değişti oralar dedik. FSM hep gittiğimiz yerdi. Sonunda ikimizinde ilk defa gideceği ama gene de bizi ilk gençlik yıllarımıza götürecek olan Özgen'in yeni yerine gittik. Önce dışarıda oturup günün keyfini çıkarttık, sonra içerideki koltuklar bizi çağırdı, dayanamadık. Yayıldık şöminenin karşısındaki koltuğa, ortamıza bir kase kabak çekirdeği koyup, sanki saatlerdir konuşan biz değilmişiz gibi başladık yeniden laflamaya. 


Bir ara tekrar dışarı mı çıksak, nargile mi tüttürsek diye düşünsek de cappucino ile idare ettik. Karşılıklı akla gelen isimler soruldu; facebook sağolsundu. Ayşe'nin evliliği, Fatma'nın çocuğu, berikinin dolandırıcılığı, diğerinin ev hanımlığı, Allah da onun kocasını napmasındı ki... Gelen telefonla günün seyri değişti, gün giderek güzelleşti, bazı dostlukların kaldığı yerden devam etmesinden duyduğumuz mutluluk gözlerimizden okunuyordu. 


Mekanın detaylarını fotoğraflayıp hayalleri de çizince yola koyulduk. Yol boyu yıllar sonra sanki ilk kez arabada karşılaşmış gibi konuşmaya devam ettik. Kız Lisesinden çıkıp Altıparmağa uzanan yürüyüşler ve Merkez Postanede ayrılıp, eve girer girmez yine konuşacak bir şeyler bulup saatlerde telefonda konuşmalar canlanmıştı sanki... Gün uzuyordu... 


Geceye bağlandı. Mutfak masasının etrafında şimdi yaşları 70ler, 42ler, 33ler ve 18ler olan geçmiş oturuyordu, anılar daha da çoğaldı, yeni tanışıklıkların tanıdık çıktıkça hayretler de konuşulacak konular da çoğaldı. Türkiye unutulmadı, masa başında bir kez daha kurtarıldı. Şimdinin gençleri geçmişin gençleri ile kıyaslandı. Şimdinin gençlerine "güzel anılar biriktirin, bir de güzel dostlar" tembihinde bulunulması da ihmal edilmedi.

30 yıl sonra okuldan kaçmak ikimize de çok iyi gelmiş olacak ki vedalaşırken saçlarım iki örgü, ayaklarımda dize kadar beyaz çoraplarım vardı, jilemi şöyle bir düzeltip, eteğimin boyunu uzattım. Gülümsemeyi ve teşekkür etmeyi unutmadım. 





14 Mart 2014

Sebzeli Ev Eriştesi İle Kafayı Dağıtmak

Günler ölümlerle kısalıyor bugünlerde... Aniden gece oluyor sabah ezanından hemen sonra. Karanlık çöküyor. Geceyi, karanlığı, kaosu sevenler puslu havalarda ava çıkarlar... Çıkıyorlar da. 

İki babanın acısı çarpıştırılıyor meydanlarda. Hangi acıyı seçersen seç deniyor, acının tarafı olmaz diye bağırıyorum evde tek başıma. Acının tarafı olmaz, acı düştüğü yeri yakar geçer sadece, hiç sönmeyen bir koru gerisinde bırakarak. Kimse sesimi duymuyor biliyorum. Öznesi insan olan cümleler kurmayı unutturdular bu topraklarda... Geriye kalan bir avuç insan kendi kendine çırpınıyor şimdi. Acının tarafı olmaz babaların yüreğinde. Ananın adı bile yok artık. Acı öyle bir kapladı ki her yeri, ağlamayan erkek adamlar da bile bir kaç damla gözyaşı. 


Kafayı yememek için mutfağa atıyorum kendimi. Gündemin dışına çıkmak, hayal bir dünya kurmak istiyorum kendime. Mumları yakıyorum, müziği açıp, üzerime bir önlük takıyorum. Şef bıçağını kapıyorum bir de kalın kesme tahtamı... Dolapta ne var ne yoksa dışarıda, Elbet bir araya gelip bir şey olacaklar. Biberleri kesiyorum ince uzun ve düzgünce... Renk renk biberleri... Sonra büyükçe bir kuru soğanı... Salataya doğrar gibi doğruyorum ustalıkla. Sarımsakları soyuyorum. Buzluktan zencefili çıkarıyorum, böylece her dem taze. Nane koparıyorum balkondan bir iki sap. Mantarları gelişi güzel doğruyorum, kimi kalın kimi ince, kimi kısa kimi gövdesiyle kalıyor orta yerde. Kuruttuğum acı biberden alıyorum bir tane, acıyı bölmek ister gibi, iri iri koparıyorum onu da. Fırın tepsisine bir parça zeytinyağ koyuyorum. 160 derece ısıtılmış fırında bir parça kurutuyorum sebzelerimi, yarı pişmiş alıyorum 20 dakika sonra. Taze patatesleri zar kalınlığında dilimleyip fırına bırakıyorum kızarsınlar diye, bu sırada yeni aldığım seramik tencereye bir parça tereyağ ile zeytinyağ koyuyorum. File badem ve çam fıstığı kavuruyorum önce, üzerine bir parça Antep'en gelen acı kırmızı biber salçası. Kokusu çıkınca fırında kuruttuğum sebzeleri ekliyorum tencereye, hepsi birbirine karışıyor. Üzerine domates suyu gezdiriyorum az ve katkısız. Kavuruyorum kısa bir süre. Karabiber ve tuz öğütüyorum biraz, tatları katmerlesinler diye. Patatesleri fırından alıp onları da atıyorum tencerenin içine. Bir parça soya sosu gezdiriyorum, bir tatlı kaşığı kafi geliyor lezzetlendirmeye. 

Halamın kalınca kıyıp da kuruttuğu eriştelerden alıyorum bir kaç avuç, sebzelerin üzerini örtüyorum. Üzerine kaynamış suyu gezdirip altını kısıyorum. Alevi seyrediyorum bir süre. Bir babanın yüreğinde ömrü boyunca sönmeyecek ateşi görüyorum yeniden. Salona dönüyorum. Dünya bıraktığım gibi, başlıyor yine dönmeye kaldığı yerden. Yemeğin kokuları sarıyor her bir yanını evin. Balıkları da atıp fırına, demlenirken sebzeli eriştem, bir rakı koyuyorum sofraya, dubleyle domuz sıkısı arasında. 

Masada tekila bardağında frezya... En sevdiğim. Dikdörtgen ve uzunca bir tabağa balığımı koyuyorum, bir yanına kuzu kulağı roka karışımı sadece limonlanmış, üzerinde bir kırmızı soğan dilimi, diğer tarafta sebzeli erişte iki kaşık kadar. Oturuyorum masaya tek başıma, karşımda bir çocuk gülümsüyor bana, çok geçmiyor bir çocuk daha geliyor masaya... Sonra dayım, teyzem, annanem, babaannem, hiç görmediğim dedem, dağlara beraber tırmandığımız büyükdedem, fatma anne, ferit dayı, onların arkadaşları, tanıdıkları, dostları... Gece uzadıkça duyan geliyor, bazısı bir iki soluklanıp, bazı fıkralar anlatıp, bazısı sırtımı sıvazlayıp gidiyor. Gece uzuyor... Sesler yükseliyor uzaklardan... Telaşa kapılıyorum, başka bir çocuk daha gelmeden son yudumu da alıp kalkıyorum masadan. Gece uzun, gece karanlık, gece çığlık çığlık uzaklarda biliyorum. 

Başka bir sabaha uyanmak istiyorum. 
Güneşin doğduğu, gökyüzünün bulut bulut olduğu bambaşka bir sabaha...




Çocukken bulutlarla oynardık,
çimene dayardık sırtımızı,
toprak kokardı üstümüz başımız.
Ağaçlara tırmanırdık, sanırdık ki yıldızları tutmak mümkün.
Ay dedeye anlatırdık en büyük günahımızı,
akşam ezan okunmadan girmezdik eve.
Çocuktuk tabi o zamanlar.
Ölmezdik.

13 Mart 2014

Bir Çocuk Bir Genç Bir İnsan



"Sen gittin çocuk... Onlarca çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari..."

Daha dün kurmuştum bu cümleyi...
Bundan aylar önce de kurmuştum benzer bir cümleyi.
Bugün yine kuruyorum aynı cümleyi.

Sen de gittin çocuk... Yüzlerce çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari...

Sen de bütün abiler, bütün çocuklar ve bütün insanlık gibi.
Gittin, acıları geride bırakarak.
Bari diyorum şimdi, yani bari senin gidişin fark ettirse gerçeği
Özünde hepimiz insanız işte!

Sahi nerede, ne zaman kaybettik biz "insan" olmayı.
Oysa bi cümleye yakışan en güzel özneydi "insan"
ve şairinde dediği gibi
Nerede... nerede insanlar?
dünyayı güzellik kurtaracaktı,
bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey
Nerede... nerede bu güzel insanlar...






fotoğrafı nereden aldım hatırlamıyorum