16 Nisan 2015

"Boktan Hayat..." Yok yok değil sinirle söyledim :)

Yazmak, sancılı bir sürecin dışa vurumu. Yazmak, bir iç döküş, bir konuşamama hali. Yazmak; için çığlık çığlık olmuşken, dünyanın boktanlığına, iyi niyetten doğan maraza bir isyan bayrağı. Yazmak, kendini iyileştirmek, sakinleştirmek, kendinle konuşmanı deliliğin dışında daha makul, anlaşılır, kabul edilebilir bir hale dönüştürme uğraşı. 


Oysa daha dün; "güzel bir güne başlamak için çok sebebin olsa da ufacık bir şey tüm günün kötü geçmesi için yeterli olur. Sen çok olanı seç ve gülümse" yazmıştım. Daha günden, günün getireceği o "büyük şeyden" habersizdim. Neler oluyordu? Neydi sınavım. Ne yapmalıydım? Nasıl davranmalıydım? Sorular büyüdükçe büyüdü... çoğaldıkça çoğaldı. Uyku tutmayan gözlerde fer de kalmadı. Sabah erkenden çıktım evden. Gün başlamamışken, çocuklar okula varmamış, kuşlar henüz uyanmamışken... kafamda kilise çanları, camiden yükselen ezan sesleri ve akşamdan kalmış kırgın kalp atışları ile biraz yürüdüm. Ağzımda buruk bir tat vardı. Belki de dünde kalan "hayat bok falan da değil tamam mı" cümlesinin üzerine akşam vakti kurduğum; hayatın aslında bombok olduğuna dair betimlemelerle doldurduğum cümlelerimin tadıydı. Düşünmek istemedim. 

Uykusuz ve yorgundum üstelik bir kaç gün öncesinden beri devam eden sırt ağrılarım kendini bana daha çok hissettiriyordu. Biraz ağladım. Biraz bağırdım. Biraz isyan ettim. Çünkü yüreğim hala "aslında pek çok şey öyle güzel ki... seni cehenneme çekmeye çalışan hayata inat, gülümse diyordu" Yüreğimin sesini dinlemeyi ne çok isterdim. Şu saate kadar yapamadım. Ama fark ettim ki, yazarken ara ara gülümsedim. Ara ara "evet ya" dedim. Sanki yazı biterse, hemen şimdi mesela... yüreğimin sesini daha güçlü duyup, ona inanabileceğim.


Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken…
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.


Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.*














* Mungan mısralarında Sezen sesi... 





16 Mart 2015

İçimin Kuşları Özlüyor Senin Gökyüzünü




Bundan iki ay kadar önceydi sanırım; ilk kez rüyama girdin. Sorular sordum yanındakilere... Hep bildik bir sorudur ya... Neden? Cevabını bunca sene merak etmemiştim de neden o gün o gece o uykuda düştün aklıma bilmem. Uyandım. Düşündüm. Şaşırdım duyduklarıma. Cesaret edemedi demişti en yakın arkadaşın. 

Geçen hafta yine girdin rüyama. Elinde bir hap, avucuma koyup uzaklaştın benden. Sabah uyandığımda avucumda bir hap varmış gibi yumru olan sağ elime takıldı gözüm. Gülümsedim. Şaşırdım. Babası hasta dedi telefondaki ses bana, sanki sormuşum gibi ona. 

Sonra bu fotoğrafı gördüm. Altına düştüğüm not öylesine dökülü vermişti: İçimin Kuşları Özlüyor Senin Gökyüzünü...

Sen miydin bunu bana yazdıran... Uykumda fısıldayamadığın kelimelerin miydi kalemime düşen. Peki ya dün gece rüyamda sarılışın ve aşkım deyişin... rüya mıydı gerçekten.  Mart, 2015


23 Ocak 2015

Sonra Ne Mi Oldu?


yazmayı özledim... 
olan biteni anlatmak için değil! 
içimde kalanı, bana kalanı haykırmak için.
kelimeleri özledim. 
söylenenleri değil, söylenemeyen, yarım kalan, öksüz kalan.
öyle çok önemli değil. 
sıradan da değil... ama merak uyandıracak cinsten bir şey olmadığı kesin. 
korkutucu ya da hayretlere düşürücü de değil.
kahkahalarla gülünecek cinsten hiç değil.

aylar geçti yazmayalı. aylar değişti, hepsi bildik sırası ile gelip geçti. 
yeni bir yıl: 2015 
o da geçip giden yıllardan biri gibi olacak: biraz dağınık, biraz gülümseyen, biraz heyecanlı, biraz üzüntülü, biraz sürprizli ve biraz sıradan... ha! unutmadan bu yıl soyadım değişti. medeni kanun işte. 

belki biraz daha fazla yol olur bu yıl ne bileyim. 
öyle olsun istiyorum.  yolu bol olsun ki, yoldan çıkmak kolay olsun.
sebepsiz mutluluklar yaratmak kolay aslında.
durup dururken aynanın karşısına geçip gülümse kendine.
ben öyle yapıyorum.
böylece hayatın bana göz kırptığını 
ve "her şey çok daha güzel olacak" dediğini duyuyorum.
belki de sanıyorum.

biraz yaklaşırsan bir şey daha diyeceğim:
galiba yazmayı gerçekten, çok ama çok özledim. 
aramızda kalsın olur mu?
bana bile söyleme.

bi de aşkla kal,
kalıyorsun değil mi?
sana yakışanın aşk olduğunu,
gözlerinin içinin güldüğünü,
biliyorsun değil mi?

bunu da ben söylemiş olayım sana.

hadi bakalım kal aşkla! 

2015, Ocak

04 Kasım 2014

Strudel Gibi Bi'şey



# 04.Kasım.2014 # 

Yazmayı özlüyor insan. Okumayı. Ama galiba yaşarken yani içindeyken, yani tam ortasındayken yaşadığı eğer yüksekteyse; kelimeler akıyor. Yok eğer ortasındaysa yaşadığının ve ortadaysa her şey... Kelimelerin peşinden koşuyorsun. Olmuyor haliyle. 

Seni, içindeki en yükseğe veya en dibe vurduran duygunu "yazarak" haykırıyorsun dünyaya. Aşk! böyle bir şey... 

***

Ve ben uzun zamandır ortasındayım hayatın. Sükunetle. 

***

Oysa kimse sevmez bir lokantanın ortasındaki masayı. Gittiğiniz yerlerde dikkat edin ortalar sonradan dolar. Biraz mecburiyetten biraz da bulduğun ile yetinmenden. Tek başınayken daha bir zorlanırsın orta yerde oturup da yemek yemeğe, sanırsın ki herkesin gözü sende. İki kişi daha kolaydır; bakışlar bile vız gelir sana. Zaten gözün karşındakine bakar. Onu dinler kulağın, sesin ona ulaşır bir tek. Fark etmez artık ortada olmak. Sen kıyısındasındır yaşamın. 

***

Bazen ne dilediğine dikkat etmeli insan. Sevilmek güzel şey. Onca yıl sevdikten ve acıdıktan sonra her bir tenin... sevilmek... sevilirken kendinden bile sakınarak sevilmek... çok özel bir şey. 

Ben geçmiş zamanın birinde bir aşkın kör batağından kurtarıldım yine bir aşkla. Kaç kez gelir ki insanın başına. İsyanımı bastırmak zor oldu, biraz kırıp, biraz da kırıldıktan sonra büyüdüm. 

Olgunlaşması insanın bazen beşinde bazen yetmişbeşinde... Gene de şanslıyım. Ben 40lı yaşlarımda içimde büyüttüğüm hırpalanmış yaşlı kadınla barıştım. Yaşlılığı yaşından değil de yaşadıklarından olunca, insan bocalıyor. Bazen bir kıyı buldum sanıyorsun, bakıyorsun ki fırtınalı havada dalga boyu seni alaşağı edecek bir uçsuz bucaklığın orta yerindesin. Bir gün bir güç seni alıp dualar eşliğinde atıyor varman gereken kıyıya. Duanı unutuyorsun çoğu zaman. Ne istediğini ve ne dilediğini.

Sonra seviyor biri seni, senden önce. İçinde kelebekler falan uçuşmuyor, ama anlatılamaz farklı bir durum var bünyende. Hissediyorsun. Sevilmemişsin ki daha önce... Alışık değilsin, birinin seni, senin onu sevmezden önce sevmesine. Yani sen onu o kadar da delice sevmediğin halde onun hayatının içinde buluyorsun ya kendini, daha çok ışığı görünce donup kalan tavşanlar gibisin. Sevilmek. Dua'n mıydı? Kabul oluyor. Sen de seviyorsun. Zaten yürek koca bir sevgi denizi olunca, zor olmuyor işin. 

***

Sonra bir kelime... sürüklenerek varılan bir an'ı. Çapayı bırakıp kıyına, bir an o an'a gidiyorsun. Uzanıyorsun penceresinden ışık sızan cam kenarındaki yatağına; sağ yanı sol yanına göre biraz daha çökmüş. 

Elinde okunası bir yazı. Tıpkı eski zaman fotoğrafları gibi. Biraz sararmış, biraz küf kokulu. Okumuyorsun... Bakıyorsun; sana vaad ettiklerine... seni içine alıp da hikayenin kahramanlarından biri olmaya özendirecek o çok özenle seçilmiş, üstelik üzerinden en az 5-6 kere geçilmiş yazıya. Bakıyorsun. Görmek ister gibi, uzun uzun... Kelebekler... Onlara kısacık bir zaman veriyorsun, özgürce uçuyorlar. Bu yüzden biraz daha erteliyorsun okumayı...  Düşünmeye başlıyorsun, fırtınalı denizlerin sende yarattığı duyguyu anlamaya, bulmaya çalışıyorsun. Özlüyor musun? Peki neyi... Neden?

***

Cevabı içinde saklı sorularla boğuşmamayı öğrendiğinden aramaktan vazgeçiyorsun. Yazıyı okuduktan sonra içinden geçen ince ama acıtmayan, "iyi ki" dedirten "Nasıl özlemişim..."i anlatabildiysen ne ala. 

***

Anlatabilmişsin. 

***

Yoluna devam ediyorsun. Çünkü öylesine seviliyorsun ki... Yüreğinin hiç acımadığı uzunca bir zamanı, onca acıyı içinde büyüttüğün zamanlara heba etmiyorsun. Dua'n gerçek oldu biliyorsun. Kendini geçmişin girdaplarından koruyup an'a çekmeyi öğreniyorsun. Sınav hiç bitmiyor, bitmeyecek biliyorsun. 

***

Şu "strudel gibi bi'şey"e gelince... mükemmel değil, olması gerektiği gibi değil. Aslına yakın ama asla aslı değil. Ama lezzetli, ama keyifli, ama gülümseten. Bol elmalı, cevizli, tarçınlı, kuru üzümlü. Hazır baklava yufkasını her bir katın arasına zeytinyağ gezdirerek ilk beş katı üst üste koy, sonra karışımı yaydır katmanın üzerine, azıcık pudra şekeri gezdir, bir tatlı kaşığı yeterli. Sonra yine baklava yufkası, sonra yine iç malzeme. Biraz daha pudra şekeri, ister üç kat yap ister dört kat. Elmalı malzemeyi bol, yufkayı ve şekeri çok az tut. Sonra ver fırına. 170 derecede 35-40 dakika pişir. Fırından çıkınca biraz ılınmasını bekle. Bol pudra şekeri, az tarçın ve ceviz ile süsle ve servis et.

***

Yetinmek sadece "az"la değildir, azın içindeki "çok"u görebilmektir de... 

***

Özetle... hayat bazen strudel gibi bi'şey bence. 
  


07 Ağustos 2014

Orman Meyvalı Reçel



Uzun zaman olmuş buralara uğramayalı... Zamanın hızına yetişen 140 tuş beni tatmin etmedi ama fotoğraf ve az kelimeli kısacık karalamalara çözüm sunan instagram fena halde beni benden aldı. Oralardayım. Bazen eski dostlar çalıyor kapımı bazen yepyeni bir ses duyuyorum daha önce hiç duymadığım. Bazen çalkantılardan uzağım diye yazmıyorum sanıyorum, bazen huzuru buldum ya kaybedersem diye endişelendiğimden. 

Yazmak özlediğim bir uğraş oldu, ama sanki klavyenin başına otursam yazacak hiç bir şeyim yok gibi geliyor. Gördüğünüz gibi de öyle boş boş havadan sudan size haberler veriyorum. Bu yaz da geçen yaz olduğu gibi cennetim dediğim dağ evinde mutluluk çoğaltıyorum. Huzur hep benimle oralarda, bulutlara yakın olduğumdan mı ne... Daha fazla gülümsüyorum artık hayata.



Geçen hafta yürüyüş sonrası topladığım bir avuç ahududu, 5-6 böğürtlen ve 3-5 çilek ile reçel kaynatıverdim dostlara... Mis gibi kokuya uyananlar soluğu alt katta aldı. Herkesin yüzünde çocukluğundan kalma sımsıcak bir tebessüm vardı. 



Kır papatyaları ise benim için toplanmış ve yerini almıştı... Balkona masa hazırlamak üzere çıktığımda, ilerideki mutlu günlerin habercisi gibi bir köşeden öylece bana bakıyorlardı. 

16 Mayıs 2014

KADER

Sana düşmediyse kor, 3 gündür yasın... Sonrasında günlük koşuşturmana devam eder küfredersin, ta ki bir sonraki yasa kadar; tabi kor senin hanene düşmediyse. Düşürmesin deriz. İnsanız, bize düşmesin isteriz. Küfürle, istekler arasında gidip gelen söylemlerin ne bu ülkeye ne de bu tür olaylara çözümü vardır hepimiz biliriz. Taş ağırdır, elini altına koymak zordur, biliriz. İsteriz ki biz söylenelim ve düzelsin dünya ama düzelmez, bunu da biliriz. Bizler analitik düşünce ile örülmüş bir toplum değiliz. Kaderciyiz, kader der geçeriz. Özünde sistemi inceleyip, sistemin tıkanıklarını bulmak çabası,eğitimi, analitik düşünceyi, insanı öncelikleyen sistemler kurmayı zorunlu kılar. Bizler bu ülkede ak ile kara arasındaki seçime her gün zorlanan ve gri de var diyenlere tekme tokat giren bir milletiz. Sonumuzu Allah hayır etsin dualarının yanına, nereden başlasak da düzelse bu sistem gibi soruları ekleyemedikçe, daha çok ölür, daha çok küfrederiz.

13 Mayıs 2014

Günler ve "ŞEY"

Günler daha sakin...
Yeni odam kuş cıvıltıları ile dolup taşıyor. 
Bu sabah çim biçme makinelerinin dayanılmaz seslerinin ortaya çıkarttığı 
taze çimen kokusu ile sarhoşum. 

Yazmayı hep çok sevdim.
Benim için; içinden çıkılmaz sorunların,
en mutlu anların,
dibe vurduğum zamanların kaçış yeri;
dertleştiğim, sırdaşım bir alan blog.

Kimi zaman bir hikaye içine sıkıştırılmış gerçek tek bir cümle 
ya da bir gerçekliğin içine yedirilmiş hayallerim oldu yazdıklarım. 
  
Kendimle barışmam uzun zamanımı aldı.
Kendimi sevmem mesela... Çok daha uzun yıllar...
Şimdi düşünüyorum da, bana benden daha çok inanan sevdiklerim olmuş benim.
Kıymetlerini yeterince gösterebildim mi acaba.

Bugünlerde sıklıkla kendimi geçmişi sorgularken ve daha da önemlisi özür dilerken buluyorum.
Sahiplerine ulaşıyor mudur acaba, hem teşekkürlerim hem de özürlerim.

Bir gün üniversitenin koridorlarından birinde duvara yaslanmış ve bir anlaşma sunmuştum hayata;
48 yaş uzaktı o zaman.

Duymuş muydu acaba?
Kabul etmiş miydi?
Eğer öyleyse hayallerim için çok çok az zamanım kaldı demektir.

Bu aralar fotoğraf çekiyorum,
koşullar fotoğraf çekmek ve paylaşmak için daha uygun,
ama itiraf etmeliyim ki yazmayı çok özlüyorum.

Instagram üzerinden "an'ı paylaşmayı seviyorum. 
Fotoğrafla olan ilişkimi yakınlaştırıyor,
hayaller kurmama,
o hayaller ile hikayeler arasında gidip gelen düşsel bir dünya kurmama yardımcı oluyor. 

Fotoğraf altlarına mutlaka iki satır da olsa yazıyorum,
"evrence" "şey"ler işte.


Bu sabah şöyle yazdım mesela yukarıdaki fotoğrafın altına:
Sabahın erkeninde uyanınca, mırıldandığı şarkıyla yıkadı yüzünü, huzuru gözünün pırıltısında buldu, aşkı gülüşünde. Güneşin pencerenin tül tutmayan yanından süzülüp, duvarları yalayarak arka odaya kadar gelişini büyük bi minnetle karşıladı. Tanrının onunla konuşmak için her seferinde farklı bi dil kullandığını biliyordu, bu sefer "sakin ol, sabırlı ol" demek istiyor olmalıydı, yoksa olan bitene bir anlam vermesi mümkün değildi. Balkona çıkıp kollarını açtı, derin bi nefes aldı, tüm evreni içine çeker gibi. Şükretti ve yüreğince gülümsedi. Gün de güneş de bu sabah daha bi güzeldi.

Geçtiğimiz hafta sonu ufak dokunuşlar ile mutfağı derleyip topladım.
Oldum olası mutfakta vakit geçirmeyi seven biri olarak, 
son projem salonu mutfağa, mutfağı salona dönüştürmek. 
Yapabilirim, potansiyelim var.
Şimdilik duruyorsam sebep tamamen duygusal.

Sıklıkla yenilenen mutfakta soluklanıyorum.
Geçenlerde çocukluk tatları, 
eski anılar ve 
"şey" üzerine düşünürken, 
mozaik geldi aklıma. 
Malzeme eksikti ama ne gam...
Onun yerine onu, bunun yerine bunu ekleyiverdim oldu sana Cenk'in deyimi ile "bulamaç".
Bir Cafe Fernando değildim elbet ama 
lezzet kesinlikle tatminkardı, hele de double espresso ile;
ne de olsa yine "evrence" bir "şey" katmıştım işin içine.


İnsan yaşadığı her anı bir kutlamaya dönüştürmeyi bilmeli bence. 
Başkaları tarafından dayatılmış "özel" günlerden daha keyiflidir kendi kendine belirlediğin özel anlar.
Mesela bir kahvaltı masası şölen yerine dönebilir ekmek almaya giderken koparacağın bir kaç dal çiçekle.
Sakin böyle zamanlarda aç gözlü olma, inan bir koca demetten daha mutlu eder seni bir papatya. 
Hem başkalarına ve hatta yarınlara da kalır güzellikler dalında, toprağında.




Bir şeyi "aşk"la yapmak yetiyor aslında mutlu olmaya.
Gözlerin ışıldıyor, yüreğin hep pır pır, midendeki kelebekler sonsuz sayıda.

Gülmek için sebepler aramıyorsun özellikle de efektlerle süslenmiş senaryolar gibi mesela.

Kendinle eğlenmeyi bilmek önemli biliyor musun?
Bir kere dene.
Gül kendine.
Düştüğünde mesela.
Evinin anahtarını unuttuğuna küfrederken bile gülümse kendine. 
Kaç defa unutmadan çıktın o anahtarları orada burada bir hatırla.
Çözüme odaklanırsan öfken gülümsemeye bırakır kendini, 
soruna odaklanırsan patlarsın kendi içine.
Ne gerek var kendini tüketmeye.

Kontrol sende değil unutma!
Seçimlerse senin,
gülmeyi seç bu defa.


Aşkla...


Mayıs, 2014