26 Mayıs 2015

Bir Kahve İçimlik Sohbette Buluşmak Seninle



Beylik lafları seviyorum... Mesela;
Aşk, yaşamın sıradanlığına soylu bir başkaldırıştır.
Peh peh peh!

Mehmet Sungur hoca etmiş bu lafı. Yazdım bir kenara dursun diye. İnsan kendi içinde ve kendine rağmen çıkış kapısı bulamaz bazen. 

***

Geçenlerde instagram hesabımın bir fotoğraf altı yazısında şöyle bir not düştüm bu günlerde yaşadıklarımı anımsatacak. Bilmem seneler sonra okuduğumda bir şeyi ya da o gün o duygu ile yazdığım şeyi ifade edecek mi?

Düşün ki bir mektup gelmiş uzaklardan, adını bile söylerken zorlandığın küçük bir kasabadan. Diyelim ki sen yeni yeni öğrenmekte olduğun dilde okumaya çabalıyorsun ve başında biri sürekli "ne demiş ne anlatmış" diye tepinip duruyor. Mektubu aldığın gibi koşmaya başlıyorsun. Uzağa, koşabildiğin en uzağa koşup, nefes nefese elinde tuttuğun mektuba bakıyorsun. Onu okumak, anlamak ve cevaplamak istiyorsun. Ama nafile bir çaba seninkisi. Zaman alacak okuman, anlaman ve cevap vermen... çok zamanını alacak.
Düşün ki sen bugün elinde olan mektubun hangi dilde yazıldığını bile bilmiyorsun.
***

Yazmanın benim tek kurtuluşum olduğunu, içimi akıtmanın tek yolu olduğunu anlamam uzun seneler evvele dayanır. Aslında bir psikolog tavsiyesi... Bana değil de bir arkadaşıma yapılmış. O hiç yazdı mı bilmem ama ben o günden beri ne zaman başım dara düşse yazarım. 

***

İnsan içi kaynayan bir kazan; komposto yapmak istersin, şekeri fazla gelir, reçel gibi olur, suyu fazla gelir az daha kaynatayım dersin, fazla katılaşır bir işe yaratmak için uğraşır durursun, emeğin boşa gitsin istemezsin. Ama bazen gider. Yapa boza öğrenirsin hayatı. Tam oldu dersin, bir rüzgar eser tersine, bilemezsin ne yöne gideceğini, durursun. Yüzüne çarptıkça bir tokat gibi, daha çok şaşırırsın, o yana bu yana koşturmaya başlar, iyice dağılırsın. Bir sınav daha!

Çuvallarsın. Böyle zamanlarda içinde kaynayan kazandan öfke çıkmaya çalışır, sen bastırırsın. Bir kahve molası istersin, küçük masum bir mola... Denize nazır bir apartmanın altıncı katındaki balkonda ilk günlerin heyecanını kendinde saklı tutan sohbeti böler bir esinti, deniz kokar... hissedersin esintiyi yüzünde, bir de bir damla yağmur düşer yüzüne... hangi buluttan düştüğünü göremediğin o yağmur damlasını seversin. Kurak toprağın bir damla yağmuru çatlağından içine akıtması gibi, yanağından süzülüp, göğüs çatalının çizgisinden süzülen damlanın yüreğinin çatlağından içine girmesine izin verirsin. Kuşlar kanatlanır böyle zamanlarda aşk filmlerinin unutulmaz sahnesinde. 

Günler önce bir kağıt parçasına yazdığın bir satır cümle tokat gibi çarpar yüzüne... İçindeki bütün sesleri susturup, sinersin köşene. İçinde ne var ne yoksa dökersin kelimeleri dost sanıp da kendine... Yazar durursun; boş, anlamsız, parlak ve sessiz beyazlığa... Oysa karanlıkta kalmaktır niyetin, boğulmak ve tüm günahlarından arınıp, içinden yeşil bir umut çıkacağı günü bekleyerek bir ömür gibi uzun, bir saniye gibi kısa bir zaman diliminde düğüm çözülsün istersin. Ocağın altını, tam da zamanında kabarcıklar büyüyüp göz göz olduğunda bir kaç damla limon sıktıktan bir kaç dakika sonra, biri gelip kapatsın istersin. 

Yorulan parmakların, yanık kokan için, bir damla yağmuru kendine çoktan buhar etmiş yüreğinle ve elbette tükenen kelimelerinle... elindeki mektuba bakarsın... Buruşturup atmak istersin, bilmezsin ki o mektup sensin, senin gerçeğin. Ne bileyim belki de son sınavın. 

Sahi insan kaç sınavı geçer de öyle gider ki ölüme! Ki kuşlar kanatlanıyorsa bir sahnede "son" yazısı yakındır bence o filmde. 








28 Nisan 2015

Sakızadası'nda Bir Öğle Vakti

Aslında niyet bir yere kaçmaktı. İki günlüğüne de olsa, başka bir hava soluyup, farklı yemeklerin tadına bakıp,  komşunun yüksek alkollü Uzo'sundan yudumlayıp kafayı bulmaktı. Özetle şöyle desem olur herhalde: Aradığımızdan fazlasını bulduk. 

Sevgilim Bay H. eşim olduğunda bana bir söz verdi: Çok gezeceğiz, öyle çok gezeceğiz ki, sonunda biraz da evde otursak diyeceksin. Bir gün der miyim acaba?

24 Nisan'ın Cuma'ya denk gelmesi 4 günlük tatil demekti bizim için. Yakında bir yer arayışı bizi önce aile yanı Çeşme'ye -ki en sevdiğimiz zamandır sezon dışı- sonra da Sakız'a yöneltti. Sabah akşam feribotlarla ve günlük vize ile gidilebilen Sakız adasında tek gece konaklamaya karar verdik. İyi ki... ve keşke iki gece konaklasaymışız dedik ayrılırken. 

Booking.com ve daha önce seyahat etmiş bloggerları incelemem sonucunda kalınacak bölge olarak Kambos'a karar verdim. Venetis House keyifli gözüküyordu. Şehirden uzak, sessiz, sakin, portakal ve limon bahçelerinin arasında şirin bir aile işletmesi. Üstelik bisiklet de vardı. Yerleri ayırttım. Feribot biletlerini Ertürk Hızlı Feribottan aldım ve bir araba kiraladım. Adanın güneyini ve kuzeyde terk edilmiş bir köyü gezebilecek şekilde bir plan yaptım. Annemler biz de gelelim deyince, onlara da Voulamandis House'dan bir oda ayarladım. 

Nisan ayı nedense bu yıl baharı falan müjdelemiyordu. Sabah kalktığımızda fazla baharlık üstümüzü, kat kat lahana modeli ile mevsime uygun hale getirerek yola çıktık. Keyifli bir 20 dakikalık yolculuk sonunda Sakız limanına indik. Arabamızı aldığımız gibi vurduk kendimizi yollara. Önce kalacağımız yerleri bulduk. Kambos bir köy aslında ve daracık sokakları ve labirenti andıran yapısı ile harita ile yol bulmak neredeyse bir macera. Neyse ki Google Map ile bulduk evlerimizi. Akşam yemek için belirlediğim yer dışında bir yer önerisi yapan Bay Voulamandis ile bir de harita üzerinden belirlediğim gezilecek bölgelerin üzerinden geçip ondan da fikir aldıktan sonra çıktık yola.

Rota belli olsa da kaybolmak güzeldir...

"İnsan yolda en çok kendini bulur. Kendi ile kalır ve kendini tanır. " derim hep. Bir de gitsen 5 de gitsen bu değişmez. Unutulmaz anlardan biri dönüş yolu... Babamın "kardayız" dolu kahkahaları ve gözlerden gelen yaş. Ah ne güzeldir kocaman bir aile olup da kahkaha atmak. Döneceğim elbet hikayenin bu kısmına ama önce biraz fotoğraf ve altı yazıları.










16 Nisan 2015

"Boktan Hayat..." Yok yok değil sinirle söyledim :)

Yazmak, sancılı bir sürecin dışa vurumu. Yazmak, bir iç döküş, bir konuşamama hali. Yazmak; için çığlık çığlık olmuşken, dünyanın boktanlığına, iyi niyetten doğan maraza bir isyan bayrağı. Yazmak, kendini iyileştirmek, sakinleştirmek, kendinle konuşmanı deliliğin dışında daha makul, anlaşılır, kabul edilebilir bir hale dönüştürme uğraşı. 


Oysa daha dün; "güzel bir güne başlamak için çok sebebin olsa da ufacık bir şey tüm günün kötü geçmesi için yeterli olur. Sen çok olanı seç ve gülümse" yazmıştım. Daha günden, günün getireceği o "büyük şeyden" habersizdim. Neler oluyordu? Neydi sınavım. Ne yapmalıydım? Nasıl davranmalıydım? Sorular büyüdükçe büyüdü... çoğaldıkça çoğaldı. Uyku tutmayan gözlerde fer de kalmadı. Sabah erkenden çıktım evden. Gün başlamamışken, çocuklar okula varmamış, kuşlar henüz uyanmamışken... kafamda kilise çanları, camiden yükselen ezan sesleri ve akşamdan kalmış kırgın kalp atışları ile biraz yürüdüm. Ağzımda buruk bir tat vardı. Belki de dünde kalan "hayat bok falan da değil tamam mı" cümlesinin üzerine akşam vakti kurduğum; hayatın aslında bombok olduğuna dair betimlemelerle doldurduğum cümlelerimin tadıydı. Düşünmek istemedim. 

Uykusuz ve yorgundum üstelik bir kaç gün öncesinden beri devam eden sırt ağrılarım kendini bana daha çok hissettiriyordu. Biraz ağladım. Biraz bağırdım. Biraz isyan ettim. Çünkü yüreğim hala "aslında pek çok şey öyle güzel ki... seni cehenneme çekmeye çalışan hayata inat, gülümse diyordu" Yüreğimin sesini dinlemeyi ne çok isterdim. Şu saate kadar yapamadım. Ama fark ettim ki, yazarken ara ara gülümsedim. Ara ara "evet ya" dedim. Sanki yazı biterse, hemen şimdi mesela... yüreğimin sesini daha güçlü duyup, ona inanabileceğim.


Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken…
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.


Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.*














* Mungan mısralarında Sezen sesi... 





16 Mart 2015

İçimin Kuşları Özlüyor Senin Gökyüzünü




Bundan iki ay kadar önceydi sanırım; ilk kez rüyama girdin. Sorular sordum yanındakilere... Hep bildik bir sorudur ya... Neden? Cevabını bunca sene merak etmemiştim de neden o gün o gece o uykuda düştün aklıma bilmem. Uyandım. Düşündüm. Şaşırdım duyduklarıma. Cesaret edemedi demişti en yakın arkadaşın. 

Geçen hafta yine girdin rüyama. Elinde bir hap, avucuma koyup uzaklaştın benden. Sabah uyandığımda avucumda bir hap varmış gibi yumru olan sağ elime takıldı gözüm. Gülümsedim. Şaşırdım. Babası hasta dedi telefondaki ses bana, sanki sormuşum gibi ona. 

Sonra bu fotoğrafı gördüm. Altına düştüğüm not öylesine dökülü vermişti: İçimin Kuşları Özlüyor Senin Gökyüzünü...

Sen miydin bunu bana yazdıran... Uykumda fısıldayamadığın kelimelerin miydi kalemime düşen. Peki ya dün gece rüyamda sarılışın ve aşkım deyişin... rüya mıydı gerçekten.  Mart, 2015


23 Ocak 2015

Sonra Ne Mi Oldu?


yazmayı özledim... 
olan biteni anlatmak için değil! 
içimde kalanı, bana kalanı haykırmak için.
kelimeleri özledim. 
söylenenleri değil, söylenemeyen, yarım kalan, öksüz kalan.
öyle çok önemli değil. 
sıradan da değil... ama merak uyandıracak cinsten bir şey olmadığı kesin. 
korkutucu ya da hayretlere düşürücü de değil.
kahkahalarla gülünecek cinsten hiç değil.

aylar geçti yazmayalı. aylar değişti, hepsi bildik sırası ile gelip geçti. 
yeni bir yıl: 2015 
o da geçip giden yıllardan biri gibi olacak: biraz dağınık, biraz gülümseyen, biraz heyecanlı, biraz üzüntülü, biraz sürprizli ve biraz sıradan... ha! unutmadan bu yıl soyadım değişti. medeni kanun işte. 

belki biraz daha fazla yol olur bu yıl ne bileyim. 
öyle olsun istiyorum.  yolu bol olsun ki, yoldan çıkmak kolay olsun.
sebepsiz mutluluklar yaratmak kolay aslında.
durup dururken aynanın karşısına geçip gülümse kendine.
ben öyle yapıyorum.
böylece hayatın bana göz kırptığını 
ve "her şey çok daha güzel olacak" dediğini duyuyorum.
belki de sanıyorum.

biraz yaklaşırsan bir şey daha diyeceğim:
galiba yazmayı gerçekten, çok ama çok özledim. 
aramızda kalsın olur mu?
bana bile söyleme.

bi de aşkla kal,
kalıyorsun değil mi?
sana yakışanın aşk olduğunu,
gözlerinin içinin güldüğünü,
biliyorsun değil mi?

bunu da ben söylemiş olayım sana.

hadi bakalım kal aşkla! 

2015, Ocak

04 Kasım 2014

Strudel Gibi Bi'şey



# 04.Kasım.2014 # 

Yazmayı özlüyor insan. Okumayı. Ama galiba yaşarken yani içindeyken, yani tam ortasındayken yaşadığı eğer yüksekteyse; kelimeler akıyor. Yok eğer ortasındaysa yaşadığının ve ortadaysa her şey... Kelimelerin peşinden koşuyorsun. Olmuyor haliyle. 

Seni, içindeki en yükseğe veya en dibe vurduran duygunu "yazarak" haykırıyorsun dünyaya. Aşk! böyle bir şey... 

***

Ve ben uzun zamandır ortasındayım hayatın. Sükunetle. 

***

Oysa kimse sevmez bir lokantanın ortasındaki masayı. Gittiğiniz yerlerde dikkat edin ortalar sonradan dolar. Biraz mecburiyetten biraz da bulduğun ile yetinmenden. Tek başınayken daha bir zorlanırsın orta yerde oturup da yemek yemeğe, sanırsın ki herkesin gözü sende. İki kişi daha kolaydır; bakışlar bile vız gelir sana. Zaten gözün karşındakine bakar. Onu dinler kulağın, sesin ona ulaşır bir tek. Fark etmez artık ortada olmak. Sen kıyısındasındır yaşamın. 

***

Bazen ne dilediğine dikkat etmeli insan. Sevilmek güzel şey. Onca yıl sevdikten ve acıdıktan sonra her bir tenin... sevilmek... sevilirken kendinden bile sakınarak sevilmek... çok özel bir şey. 

Ben geçmiş zamanın birinde bir aşkın kör batağından kurtarıldım yine bir aşkla. Kaç kez gelir ki insanın başına. İsyanımı bastırmak zor oldu, biraz kırıp, biraz da kırıldıktan sonra büyüdüm. 

Olgunlaşması insanın bazen beşinde bazen yetmişbeşinde... Gene de şanslıyım. Ben 40lı yaşlarımda içimde büyüttüğüm hırpalanmış yaşlı kadınla barıştım. Yaşlılığı yaşından değil de yaşadıklarından olunca, insan bocalıyor. Bazen bir kıyı buldum sanıyorsun, bakıyorsun ki fırtınalı havada dalga boyu seni alaşağı edecek bir uçsuz bucaklığın orta yerindesin. Bir gün bir güç seni alıp dualar eşliğinde atıyor varman gereken kıyıya. Duanı unutuyorsun çoğu zaman. Ne istediğini ve ne dilediğini.

Sonra seviyor biri seni, senden önce. İçinde kelebekler falan uçuşmuyor, ama anlatılamaz farklı bir durum var bünyende. Hissediyorsun. Sevilmemişsin ki daha önce... Alışık değilsin, birinin seni, senin onu sevmezden önce sevmesine. Yani sen onu o kadar da delice sevmediğin halde onun hayatının içinde buluyorsun ya kendini, daha çok ışığı görünce donup kalan tavşanlar gibisin. Sevilmek. Dua'n mıydı? Kabul oluyor. Sen de seviyorsun. Zaten yürek koca bir sevgi denizi olunca, zor olmuyor işin. 

***

Sonra bir kelime... sürüklenerek varılan bir an'ı. Çapayı bırakıp kıyına, bir an o an'a gidiyorsun. Uzanıyorsun penceresinden ışık sızan cam kenarındaki yatağına; sağ yanı sol yanına göre biraz daha çökmüş. 

Elinde okunası bir yazı. Tıpkı eski zaman fotoğrafları gibi. Biraz sararmış, biraz küf kokulu. Okumuyorsun... Bakıyorsun; sana vaad ettiklerine... seni içine alıp da hikayenin kahramanlarından biri olmaya özendirecek o çok özenle seçilmiş, üstelik üzerinden en az 5-6 kere geçilmiş yazıya. Bakıyorsun. Görmek ister gibi, uzun uzun... Kelebekler... Onlara kısacık bir zaman veriyorsun, özgürce uçuyorlar. Bu yüzden biraz daha erteliyorsun okumayı...  Düşünmeye başlıyorsun, fırtınalı denizlerin sende yarattığı duyguyu anlamaya, bulmaya çalışıyorsun. Özlüyor musun? Peki neyi... Neden?

***

Cevabı içinde saklı sorularla boğuşmamayı öğrendiğinden aramaktan vazgeçiyorsun. Yazıyı okuduktan sonra içinden geçen ince ama acıtmayan, "iyi ki" dedirten "Nasıl özlemişim..."i anlatabildiysen ne ala. 

***

Anlatabilmişsin. 

***

Yoluna devam ediyorsun. Çünkü öylesine seviliyorsun ki... Yüreğinin hiç acımadığı uzunca bir zamanı, onca acıyı içinde büyüttüğün zamanlara heba etmiyorsun. Dua'n gerçek oldu biliyorsun. Kendini geçmişin girdaplarından koruyup an'a çekmeyi öğreniyorsun. Sınav hiç bitmiyor, bitmeyecek biliyorsun. 

***

Şu "strudel gibi bi'şey"e gelince... mükemmel değil, olması gerektiği gibi değil. Aslına yakın ama asla aslı değil. Ama lezzetli, ama keyifli, ama gülümseten. Bol elmalı, cevizli, tarçınlı, kuru üzümlü. Hazır baklava yufkasını her bir katın arasına zeytinyağ gezdirerek ilk beş katı üst üste koy, sonra karışımı yaydır katmanın üzerine, azıcık pudra şekeri gezdir, bir tatlı kaşığı yeterli. Sonra yine baklava yufkası, sonra yine iç malzeme. Biraz daha pudra şekeri, ister üç kat yap ister dört kat. Elmalı malzemeyi bol, yufkayı ve şekeri çok az tut. Sonra ver fırına. 170 derecede 35-40 dakika pişir. Fırından çıkınca biraz ılınmasını bekle. Bol pudra şekeri, az tarçın ve ceviz ile süsle ve servis et.

***

Yetinmek sadece "az"la değildir, azın içindeki "çok"u görebilmektir de... 

***

Özetle... hayat bazen strudel gibi bi'şey bence. 
  


07 Ağustos 2014

Orman Meyvalı Reçel



Uzun zaman olmuş buralara uğramayalı... Zamanın hızına yetişen 140 tuş beni tatmin etmedi ama fotoğraf ve az kelimeli kısacık karalamalara çözüm sunan instagram fena halde beni benden aldı. Oralardayım. Bazen eski dostlar çalıyor kapımı bazen yepyeni bir ses duyuyorum daha önce hiç duymadığım. Bazen çalkantılardan uzağım diye yazmıyorum sanıyorum, bazen huzuru buldum ya kaybedersem diye endişelendiğimden. 

Yazmak özlediğim bir uğraş oldu, ama sanki klavyenin başına otursam yazacak hiç bir şeyim yok gibi geliyor. Gördüğünüz gibi de öyle boş boş havadan sudan size haberler veriyorum. Bu yaz da geçen yaz olduğu gibi cennetim dediğim dağ evinde mutluluk çoğaltıyorum. Huzur hep benimle oralarda, bulutlara yakın olduğumdan mı ne... Daha fazla gülümsüyorum artık hayata.



Geçen hafta yürüyüş sonrası topladığım bir avuç ahududu, 5-6 böğürtlen ve 3-5 çilek ile reçel kaynatıverdim dostlara... Mis gibi kokuya uyananlar soluğu alt katta aldı. Herkesin yüzünde çocukluğundan kalma sımsıcak bir tebessüm vardı. 



Kır papatyaları ise benim için toplanmış ve yerini almıştı... Balkona masa hazırlamak üzere çıktığımda, ilerideki mutlu günlerin habercisi gibi bir köşeden öylece bana bakıyorlardı. 

16 Mayıs 2014

KADER

Sana düşmediyse kor, 3 gündür yasın... Sonrasında günlük koşuşturmana devam eder küfredersin, ta ki bir sonraki yasa kadar; tabi kor senin hanene düşmediyse. Düşürmesin deriz. İnsanız, bize düşmesin isteriz. Küfürle, istekler arasında gidip gelen söylemlerin ne bu ülkeye ne de bu tür olaylara çözümü vardır hepimiz biliriz. Taş ağırdır, elini altına koymak zordur, biliriz. İsteriz ki biz söylenelim ve düzelsin dünya ama düzelmez, bunu da biliriz. Bizler analitik düşünce ile örülmüş bir toplum değiliz. Kaderciyiz, kader der geçeriz. Özünde sistemi inceleyip, sistemin tıkanıklarını bulmak çabası,eğitimi, analitik düşünceyi, insanı öncelikleyen sistemler kurmayı zorunlu kılar. Bizler bu ülkede ak ile kara arasındaki seçime her gün zorlanan ve gri de var diyenlere tekme tokat giren bir milletiz. Sonumuzu Allah hayır etsin dualarının yanına, nereden başlasak da düzelse bu sistem gibi soruları ekleyemedikçe, daha çok ölür, daha çok küfrederiz.

13 Mayıs 2014

Günler ve "ŞEY"

Günler daha sakin...
Yeni odam kuş cıvıltıları ile dolup taşıyor. 
Bu sabah çim biçme makinelerinin dayanılmaz seslerinin ortaya çıkarttığı 
taze çimen kokusu ile sarhoşum. 

Yazmayı hep çok sevdim.
Benim için; içinden çıkılmaz sorunların,
en mutlu anların,
dibe vurduğum zamanların kaçış yeri;
dertleştiğim, sırdaşım bir alan blog.

Kimi zaman bir hikaye içine sıkıştırılmış gerçek tek bir cümle 
ya da bir gerçekliğin içine yedirilmiş hayallerim oldu yazdıklarım. 
  
Kendimle barışmam uzun zamanımı aldı.
Kendimi sevmem mesela... Çok daha uzun yıllar...
Şimdi düşünüyorum da, bana benden daha çok inanan sevdiklerim olmuş benim.
Kıymetlerini yeterince gösterebildim mi acaba.

Bugünlerde sıklıkla kendimi geçmişi sorgularken ve daha da önemlisi özür dilerken buluyorum.
Sahiplerine ulaşıyor mudur acaba, hem teşekkürlerim hem de özürlerim.

Bir gün üniversitenin koridorlarından birinde duvara yaslanmış ve bir anlaşma sunmuştum hayata;
48 yaş uzaktı o zaman.

Duymuş muydu acaba?
Kabul etmiş miydi?
Eğer öyleyse hayallerim için çok çok az zamanım kaldı demektir.

Bu aralar fotoğraf çekiyorum,
koşullar fotoğraf çekmek ve paylaşmak için daha uygun,
ama itiraf etmeliyim ki yazmayı çok özlüyorum.

Instagram üzerinden "an'ı paylaşmayı seviyorum. 
Fotoğrafla olan ilişkimi yakınlaştırıyor,
hayaller kurmama,
o hayaller ile hikayeler arasında gidip gelen düşsel bir dünya kurmama yardımcı oluyor. 

Fotoğraf altlarına mutlaka iki satır da olsa yazıyorum,
"evrence" "şey"ler işte.


Bu sabah şöyle yazdım mesela yukarıdaki fotoğrafın altına:
Sabahın erkeninde uyanınca, mırıldandığı şarkıyla yıkadı yüzünü, huzuru gözünün pırıltısında buldu, aşkı gülüşünde. Güneşin pencerenin tül tutmayan yanından süzülüp, duvarları yalayarak arka odaya kadar gelişini büyük bi minnetle karşıladı. Tanrının onunla konuşmak için her seferinde farklı bi dil kullandığını biliyordu, bu sefer "sakin ol, sabırlı ol" demek istiyor olmalıydı, yoksa olan bitene bir anlam vermesi mümkün değildi. Balkona çıkıp kollarını açtı, derin bi nefes aldı, tüm evreni içine çeker gibi. Şükretti ve yüreğince gülümsedi. Gün de güneş de bu sabah daha bi güzeldi.

Geçtiğimiz hafta sonu ufak dokunuşlar ile mutfağı derleyip topladım.
Oldum olası mutfakta vakit geçirmeyi seven biri olarak, 
son projem salonu mutfağa, mutfağı salona dönüştürmek. 
Yapabilirim, potansiyelim var.
Şimdilik duruyorsam sebep tamamen duygusal.

Sıklıkla yenilenen mutfakta soluklanıyorum.
Geçenlerde çocukluk tatları, 
eski anılar ve 
"şey" üzerine düşünürken, 
mozaik geldi aklıma. 
Malzeme eksikti ama ne gam...
Onun yerine onu, bunun yerine bunu ekleyiverdim oldu sana Cenk'in deyimi ile "bulamaç".
Bir Cafe Fernando değildim elbet ama 
lezzet kesinlikle tatminkardı, hele de double espresso ile;
ne de olsa yine "evrence" bir "şey" katmıştım işin içine.


İnsan yaşadığı her anı bir kutlamaya dönüştürmeyi bilmeli bence. 
Başkaları tarafından dayatılmış "özel" günlerden daha keyiflidir kendi kendine belirlediğin özel anlar.
Mesela bir kahvaltı masası şölen yerine dönebilir ekmek almaya giderken koparacağın bir kaç dal çiçekle.
Sakin böyle zamanlarda aç gözlü olma, inan bir koca demetten daha mutlu eder seni bir papatya. 
Hem başkalarına ve hatta yarınlara da kalır güzellikler dalında, toprağında.




Bir şeyi "aşk"la yapmak yetiyor aslında mutlu olmaya.
Gözlerin ışıldıyor, yüreğin hep pır pır, midendeki kelebekler sonsuz sayıda.

Gülmek için sebepler aramıyorsun özellikle de efektlerle süslenmiş senaryolar gibi mesela.

Kendinle eğlenmeyi bilmek önemli biliyor musun?
Bir kere dene.
Gül kendine.
Düştüğünde mesela.
Evinin anahtarını unuttuğuna küfrederken bile gülümse kendine. 
Kaç defa unutmadan çıktın o anahtarları orada burada bir hatırla.
Çözüme odaklanırsan öfken gülümsemeye bırakır kendini, 
soruna odaklanırsan patlarsın kendi içine.
Ne gerek var kendini tüketmeye.

Kontrol sende değil unutma!
Seçimlerse senin,
gülmeyi seç bu defa.


Aşkla...


Mayıs, 2014

24 Nisan 2014

ŞAHMAT



Bazı anların içinde sıkışıp kalmaktır geriye dönüp bakmak. 
Üstelik artık baktığın geçmiş eskisi gibi değildir. 


 Ama insansın, bakarsın. 
Neyi değiştirebilirdim dersin,
bilirsin olasılıkları sonsuz bir satrançtır hayat 
ve her an "şahmat" demek için pusudadır. 

Sen oyunu nasıl kurarsan kur!
O, oyunu bozandır.
kafasına göre bildiği gibi oynayıp, 
her an mızıkçılık yapmaya hazır yaramaz bir çocuk.

Diğeri kolay, 
sen gel böyle bir çocukla arkadaş ol bakalım becerebiliyorsan.
Bukalemun olmak derdi sevdiğim adam.

Sahi kaç kezdir ki bi hayatta şansın, tir tir titremekten yana.






Bir kaç gecedir devam eden huzursuz mantık sendromum beni güçsüz bıraktı.
Dolu ile boş arasındaki amansız dengeden galip çıkabilmek için savaşıyorum.
Nafile bir gelgitin ne sebebi ne de karar noktasında son sözü söyleyecek olanıyım.

İçimin içimi kurt gibi kemirmesinden mütevellit; uykusuz ve yorgunum.

Kafamın içindeki cılız ses;
Kendini yıpratmaktan vazgeç, vardır bir sebebi,
kendini teslim et akışa...
Ak sadece zamanla.
Direnme, değiştirmeye çabalama.
Uyumlu bir şekilde akışkan ve sebatkar ol.

Bir damlasın.
Damla gibi davran.
Sen ol.
Olacak zaten olur.

diyor.

İnsansız bir mekanda amansız bir yalnızlık içinde erirken,
 ağaçkakanı ilk kez görüşüm geliyor aklıma.
Yıllar sonra yine aynı yerde,
belki de bir kez daha çıkar diye karşıma;
uzun uzun seyre dalıyorum gözümün alabildiği yerleri.
Kuşların sesleri birbirine karışıyor,
bir de dalları göğe uzanan meşelerin henüz yapraksız dallarının hışırtısı
kafam önce sağ omzumun üzerine düşüyor,
güçlükle kaldırıyorum ama bu sefer de sola meyil ediyor.

Gözlerimin ağırlığı ile savaşmaktan vazgeçiyorum.
Öylece koltuğun üzerinde,
kuşların neşesi ve henüz çiçeklenmiş ağaç gölgesinde
süresiz
uyuya kalıyorum.

Derin ve sessiz!
Okyanusa doğru giden bir damla gibi.

Şahmat dese ya
böyle bir zamanda
hayat bana

ne öncesi ne sonrası
şimdi
şu anda

aşka kapasam gözlerimi
aşkla yıkansam












10 Nisan 2014

Teşekkürler Hayat Küçük Mucizelerin İçin




bir sabahın erkeninde gözlerimi açıp,
yeniden ve her zaman ki gibi gülümseyerek
MERHABA
diyebilmektir aslolan,
emeği olan herkese minnettarım

elbet daha iyisi olabilirdim
dilerim bundan sonraki yıllara

aklımı yüreğimden
yüreğimi dilimden ayırmadan
dostlarla
sımsıcak 
gülümseyen 
nice güzel anılara yelken açacağımı biliyorum

dolu dolu geçen 42 yılın sonunda 
yeni bir yaşa
hayatın bana hazırladığı küçük mucizelere hazırım

AŞKla...


31 Mart 2014

Seçim Öncesi Ispanaklı Erişte Üzeri Seçim Sonrası Ruh Hali


27.03.2014

Yasaklar artıyor, özgürlüğün değeri ancak kaybedildiğinde anlaşılacak gibi, muhalif her ses bir şekilde susturuluyor. Çoluk çocuk miting alanlarına gitmek ayrı bir dert ve muamma. Nedense ve nasıl oluyorsa kapsül dediğin şey çocukların başına isabet ediyor.  Yerel seçim havasından yoksun, genel seçim telaşında geçen günler sandığa yaklaşıldıkça çirkin yüzünü daha çok gösteriyor. Geçen gün merak edip baktım, büyük şehir adaylarının projelerine. Hepsi birbirinden kıymetli geldi gözüme. Hangisi daha faideli olacak acaba dedim, işin içinden çıkamadım. Vatana millete hayırlı olmasını temenni edip çeyiz sandığıma sarıldım.

Tablo nereden bakıldığına bağlı olarak bazen "kapkara bir endişe" bazen de "yolun sonu gene ışık, gene umut" oluyor. Bir yandan savaş tam tamları öte yandan tape diye bağrınan çığırtkanlar...

Gündemin hızına yetişmek mümkün değilken, siyasi gündemin tapesel endişeleri ile iyice yüksek hıza ulaşıyor. Yorgun bünye zaman zaman kaçmak istese de; kalınması ve savaşılması gerektiği gerçeği ile titriyor!

Son günlerde ülkecek delirmenin eşiğine sürüklenirken, ben yine buldum kaçmanın bir yolunu, biraz telekinezi biraz tape, ver elini ıspanaklı erişte dedim ve attım kendimi mutfağa.

Sonum hayır değil. (Kesin bilgi)



Malzemesi az, lezzeti bol, zahmetsiz erişte çeşitlemesi serilerime bir yenisini ekleme fikri ile girdim mutfağa. Soğan, sarımsak ve fıstıksız olmazdı. Önce kavurdum malzemelerimi az tereyağı, az zeytinyağı karışımında. Bir tatlı kaşığı kadar  salça ekledim; acı biber. Kokusu çıkar çıkmaz ekledim harlı ateşte kavurmak için 300 gr kadar ıspanağı. Sonra ateşin altını kısıp suyunu salmasını bekledim ıspanakların. Muskat rendeledim, dozu damak zevkinize kalmış, dikkatli kullanın yemeğiniz acılaşmasın. Suyunu salmış olan ıspanağın üzerini örtecek kadar kalın kesim erişteyi yaydım en üste. Ben tuz eklemiyorum salçadan dolayı ama eğer eklenecekse bu aşamada bi tutam eklemek gerekli. Kapağını kapadım yemeğimin. Erişteler şişip, yemek kokusunu salınca evin içine, kapattım ocağın altını. İçini çekmesini bekledim.


31.03.2014

İçimi çekerek uyandım. Bir gece öncenin uykusuzluğu ile sersemlemiş kafamı dik tutmakta zorlandım. Koridoru aydınlatan sabah güneşi gülümsememi sağlasa da gözlerimdeki endişe daha ön plandaydı. Telefonu elime alıp gündemin içinde kayboldum. Koca bir dehlizin içinde gibi, bir sağa bir sola savruldum. Ne umuyordum; bir mucize mi? Mevsimi değildi anladım. Sessizce yatağın içine gömüldüm. Bir fotoğraf belirdi gözümün önünde... Bir duvar. Telefonumun galeri bölümüne girip fotoğrafı buldum ve instagram hesabıma yükledim.


Bi duvar daha örüldü özgürlüğün üzerine, bi kozada uyandık kurtarılmış şehirlerdeki, mahallelerdeki ağaçların dallarında. Oysa bu sefer umut vardı içimizde, hırsıza, arsıza, yalana kanıp, bunları en büyük günah atfeden kitabı bırakıp, günahkar bir kulun peşinden inancı kovalamasaydı onbinler... Daha güzel bir sabaha uyanabilirdik. Yazık. Olan ipek böceği olmayı hayal eden tırtıllara oldu. Ölürler şimdi teker teker yıkıcılığında zulmün. Ölürler... Çok yazık. Oysa bazısı kelebek olup uçacaklardı, bazısı ipekli kumaşlara renk renk desen... Umuda uyanmak istedik, karanlığınızda boğmak istediniz. Ölmeyeceğiz. Herşeyin kirli olduğu bir dünyada sandığın temiz kalacağına olan romantik bir umuttu içimizdeki. Yine de... Her şeye rağmen... Diyebilmekti... Yazık. Yazık bu ülkenin duvarlar ardında yaşayan iyi yürekli, kötülük bilmeyen, yalanı günah bilip, hak yemekten korkan masum çocuklarına... Gri bir gökyüzüne uyandılar. Karanlık bir yarına. Çok yazık. Vazgeçmeyin çocuklar, güzel günler göreceğiz, buna inanın. Hayal edin özgür bir kelebek olduğunuzu, hayal edin ipek halılara desen olduğunuzu, hayal edin genç bir kızın ipekli elbisesindeki en güzel renk olduğunuzu. Ağaçları sevin, rüzgarı ve bulutları... Ama Nazım'ın dediği gibi en çok insanı... 

20 Mart 2014

30 Yıl Sonra Okuldan Kaçılır mı?


Dile kolay otuz yıl... İnsan zamanın aktığını ve hızını ancak geriye dönüp baktığında ve bir hesabın içinde kendini bulduğunda anlayabiliyor. O gün de öyle oldu. Öğle yemeği için buluştuk, konu konuyu, dert derdi, anılar anıları kovaladı... Bitmesin istedik... Okuldan kaçtığımız günü konuşunca da... İşten kaçmaya karar verdik. Okuldan da analarımıza haber verir kaçardık, işten de patronlara haber verip kaçtık. Fikri güzeldi, keyif aldık. 



Nereye gitsek diye düşünürken, okuldan kaçtığımızda gittiğimiz Kültürpark aklımıza ilk gelendi, değişti oralar dedik. FSM hep gittiğimiz yerdi. Sonunda ikimizinde ilk defa gideceği ama gene de bizi ilk gençlik yıllarımıza götürecek olan Özgen'in yeni yerine gittik. Önce dışarıda oturup günün keyfini çıkarttık, sonra içerideki koltuklar bizi çağırdı, dayanamadık. Yayıldık şöminenin karşısındaki koltuğa, ortamıza bir kase kabak çekirdeği koyup, sanki saatlerdir konuşan biz değilmişiz gibi başladık yeniden laflamaya. 


Bir ara tekrar dışarı mı çıksak, nargile mi tüttürsek diye düşünsek de cappucino ile idare ettik. Karşılıklı akla gelen isimler soruldu; facebook sağolsundu. Ayşe'nin evliliği, Fatma'nın çocuğu, berikinin dolandırıcılığı, diğerinin ev hanımlığı, Allah da onun kocasını napmasındı ki... Gelen telefonla günün seyri değişti, gün giderek güzelleşti, bazı dostlukların kaldığı yerden devam etmesinden duyduğumuz mutluluk gözlerimizden okunuyordu. 


Mekanın detaylarını fotoğraflayıp hayalleri de çizince yola koyulduk. Yol boyu yıllar sonra sanki ilk kez arabada karşılaşmış gibi konuşmaya devam ettik. Kız Lisesinden çıkıp Altıparmağa uzanan yürüyüşler ve Merkez Postanede ayrılıp, eve girer girmez yine konuşacak bir şeyler bulup saatlerde telefonda konuşmalar canlanmıştı sanki... Gün uzuyordu... 


Geceye bağlandı. Mutfak masasının etrafında şimdi yaşları 70ler, 42ler, 33ler ve 18ler olan geçmiş oturuyordu, anılar daha da çoğaldı, yeni tanışıklıkların tanıdık çıktıkça hayretler de konuşulacak konular da çoğaldı. Türkiye unutulmadı, masa başında bir kez daha kurtarıldı. Şimdinin gençleri geçmişin gençleri ile kıyaslandı. Şimdinin gençlerine "güzel anılar biriktirin, bir de güzel dostlar" tembihinde bulunulması da ihmal edilmedi.

30 yıl sonra okuldan kaçmak ikimize de çok iyi gelmiş olacak ki vedalaşırken saçlarım iki örgü, ayaklarımda dize kadar beyaz çoraplarım vardı, jilemi şöyle bir düzeltip, eteğimin boyunu uzattım. Gülümsemeyi ve teşekkür etmeyi unutmadım. 





14 Mart 2014

Sebzeli Ev Eriştesi İle Kafayı Dağıtmak

Günler ölümlerle kısalıyor bugünlerde... Aniden gece oluyor sabah ezanından hemen sonra. Karanlık çöküyor. Geceyi, karanlığı, kaosu sevenler puslu havalarda ava çıkarlar... Çıkıyorlar da. 

İki babanın acısı çarpıştırılıyor meydanlarda. Hangi acıyı seçersen seç deniyor, acının tarafı olmaz diye bağırıyorum evde tek başıma. Acının tarafı olmaz, acı düştüğü yeri yakar geçer sadece, hiç sönmeyen bir koru gerisinde bırakarak. Kimse sesimi duymuyor biliyorum. Öznesi insan olan cümleler kurmayı unutturdular bu topraklarda... Geriye kalan bir avuç insan kendi kendine çırpınıyor şimdi. Acının tarafı olmaz babaların yüreğinde. Ananın adı bile yok artık. Acı öyle bir kapladı ki her yeri, ağlamayan erkek adamlar da bile bir kaç damla gözyaşı. 


Kafayı yememek için mutfağa atıyorum kendimi. Gündemin dışına çıkmak, hayal bir dünya kurmak istiyorum kendime. Mumları yakıyorum, müziği açıp, üzerime bir önlük takıyorum. Şef bıçağını kapıyorum bir de kalın kesme tahtamı... Dolapta ne var ne yoksa dışarıda, Elbet bir araya gelip bir şey olacaklar. Biberleri kesiyorum ince uzun ve düzgünce... Renk renk biberleri... Sonra büyükçe bir kuru soğanı... Salataya doğrar gibi doğruyorum ustalıkla. Sarımsakları soyuyorum. Buzluktan zencefili çıkarıyorum, böylece her dem taze. Nane koparıyorum balkondan bir iki sap. Mantarları gelişi güzel doğruyorum, kimi kalın kimi ince, kimi kısa kimi gövdesiyle kalıyor orta yerde. Kuruttuğum acı biberden alıyorum bir tane, acıyı bölmek ister gibi, iri iri koparıyorum onu da. Fırın tepsisine bir parça zeytinyağ koyuyorum. 160 derece ısıtılmış fırında bir parça kurutuyorum sebzelerimi, yarı pişmiş alıyorum 20 dakika sonra. Taze patatesleri zar kalınlığında dilimleyip fırına bırakıyorum kızarsınlar diye, bu sırada yeni aldığım seramik tencereye bir parça tereyağ ile zeytinyağ koyuyorum. File badem ve çam fıstığı kavuruyorum önce, üzerine bir parça Antep'en gelen acı kırmızı biber salçası. Kokusu çıkınca fırında kuruttuğum sebzeleri ekliyorum tencereye, hepsi birbirine karışıyor. Üzerine domates suyu gezdiriyorum az ve katkısız. Kavuruyorum kısa bir süre. Karabiber ve tuz öğütüyorum biraz, tatları katmerlesinler diye. Patatesleri fırından alıp onları da atıyorum tencerenin içine. Bir parça soya sosu gezdiriyorum, bir tatlı kaşığı kafi geliyor lezzetlendirmeye. 

Halamın kalınca kıyıp da kuruttuğu eriştelerden alıyorum bir kaç avuç, sebzelerin üzerini örtüyorum. Üzerine kaynamış suyu gezdirip altını kısıyorum. Alevi seyrediyorum bir süre. Bir babanın yüreğinde ömrü boyunca sönmeyecek ateşi görüyorum yeniden. Salona dönüyorum. Dünya bıraktığım gibi, başlıyor yine dönmeye kaldığı yerden. Yemeğin kokuları sarıyor her bir yanını evin. Balıkları da atıp fırına, demlenirken sebzeli eriştem, bir rakı koyuyorum sofraya, dubleyle domuz sıkısı arasında. 

Masada tekila bardağında frezya... En sevdiğim. Dikdörtgen ve uzunca bir tabağa balığımı koyuyorum, bir yanına kuzu kulağı roka karışımı sadece limonlanmış, üzerinde bir kırmızı soğan dilimi, diğer tarafta sebzeli erişte iki kaşık kadar. Oturuyorum masaya tek başıma, karşımda bir çocuk gülümsüyor bana, çok geçmiyor bir çocuk daha geliyor masaya... Sonra dayım, teyzem, annanem, babaannem, hiç görmediğim dedem, dağlara beraber tırmandığımız büyükdedem, fatma anne, ferit dayı, onların arkadaşları, tanıdıkları, dostları... Gece uzadıkça duyan geliyor, bazısı bir iki soluklanıp, bazı fıkralar anlatıp, bazısı sırtımı sıvazlayıp gidiyor. Gece uzuyor... Sesler yükseliyor uzaklardan... Telaşa kapılıyorum, başka bir çocuk daha gelmeden son yudumu da alıp kalkıyorum masadan. Gece uzun, gece karanlık, gece çığlık çığlık uzaklarda biliyorum. 

Başka bir sabaha uyanmak istiyorum. 
Güneşin doğduğu, gökyüzünün bulut bulut olduğu bambaşka bir sabaha...




Çocukken bulutlarla oynardık,
çimene dayardık sırtımızı,
toprak kokardı üstümüz başımız.
Ağaçlara tırmanırdık, sanırdık ki yıldızları tutmak mümkün.
Ay dedeye anlatırdık en büyük günahımızı,
akşam ezan okunmadan girmezdik eve.
Çocuktuk tabi o zamanlar.
Ölmezdik.

13 Mart 2014

Bir Çocuk Bir Genç Bir İnsan



"Sen gittin çocuk... Onlarca çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari..."

Daha dün kurmuştum bu cümleyi...
Bundan aylar önce de kurmuştum benzer bir cümleyi.
Bugün yine kuruyorum aynı cümleyi.

Sen de gittin çocuk... Yüzlerce çocuk daha güzel bi geleceğe ulaşabilse bari...

Sen de bütün abiler, bütün çocuklar ve bütün insanlık gibi.
Gittin, acıları geride bırakarak.
Bari diyorum şimdi, yani bari senin gidişin fark ettirse gerçeği
Özünde hepimiz insanız işte!

Sahi nerede, ne zaman kaybettik biz "insan" olmayı.
Oysa bi cümleye yakışan en güzel özneydi "insan"
ve şairinde dediği gibi
Nerede... nerede insanlar?
dünyayı güzellik kurtaracaktı,
bir insanı sevmekle başlayacaktı her şey
Nerede... nerede bu güzel insanlar...






fotoğrafı nereden aldım hatırlamıyorum


12 Mart 2014

Hüzünlü Erguvan



12.Mart.2014

Oysa yüzümü güldürür erguvanlar... 
Mevsimi gelsin diye beklerim. 
Daha geçen hafta "ah İstanbul" demiştim sırf onların hatırına. 
Bu sabah yoluma çıktı erguvanlar, yan yatmış, çamura batmıştılar. 
Dikilmeyi bekleyen birer fidandılar. 
Ah dedim bu kez onları görünce...
İçimi yakan derin bi ah!








05 Mart 2014

Ekmeğini Gölden Çıkaranlar


Sabah uyandığımda huysuzdum. Böyle zamanlarda kendimi bir an önce atarım yataktan, üzerime bir eşofman ya da rahatça bir kıyafet geçirir ve düşerim yollara... Fotoğraf makinem mutlaka yanımda olur. Bu kez yol beni, uzun zamandır geçmediğim sokaklarını özlediğim; Uluabat gölü kıyısında bir yarımada üzerine kurulu, Roma döneminden kalan yapıların evlere temel olduğu, Apollon Krallığına merkez olmuş, şimdinin mahallesi, eskinin köyü Gölyazı'ya çıkardı.

Sabahın erkeni, binaların üzeri bu köye özgü garip bir sinek ile kaplı. Görüntü insanı ürkütüyor. İlaçlama sınırlı ve kontrollü yapılıyor. Burası aynı zamanda leyleklerin göç yolu. Hemen hemen her sokak başında bir leylek yuvası görmek mümkün. Henüz leylekler yok mart sonu, nisan başı gelecekler. O zaman köy adım atılamayacak kadar kalabalık olur zaten. Oysa bugün yağdı yağacak bir hava var. Bulutla güneş kovalamaca oynayan çocuklar gibi. Az sonra saklambaca dönecek oyun. Güneşi bulmak bir mesele olacak o zaman. Bulutlar her yeri kolaçan edecek nafile bir arayışla. Seviyorum böyle havaları. İnsanlar evlerine kapanıyor. Tenhalaşıyor ortalık. İçimin kalabalığı bile... 


Köprünün üzerinde, hemen önümde yürüyen kalabalık belli ki fotoğraf meraklısı bir grup. Herkes birbirine bir şeyler anlatıyor, öğretiyor, çektikleri fotoğraflara bakıyor, kah duruyor, kah çekiyor, kah yürüyorlar. Uzunca bir süre onları seyrediyorum. Aklımdan geçen onların bu hallerini fotoğraflamak...

Bir kadın sesi ile irkiliyorum "sandalla gezmek ister misin?" Gülümsüyorum, sessizce gökyüzünü gösteriyorum, havayı işaret ediyorum. Patladı patlayacak. Balıkçı barakalarının olduğu yere caminin hemen yanındaki alana doğru yürüyorum. İlk defa yolun ilerisi göl ile kaplı değil. Gölün hemen yanında yer alan bu yoldan ilk defa yürüyorum. Elinde tepsi ile gelen teyzeye laf atıyorum. Tepside patatesli tavuk var; ilerideki işçilere götürüyormuş, fotoğrafını çekiyorum. Kendini pek beğeniyor. İleride kızlar bir ağacın altına tezgah açmış, kendi dizdikleri boncukları satıyorlar, bir iki onlarla laflıyoruz, onların da fotoğrafını çekiyorum. 


Ağzından sigarası eksik olmayan balıkçıyı görüyorum. Bir el arabasına doldurduğu balıkları suya geri bırakıyor, canlı canlı satabilmek için. Her yer kerevit, bereketi boldu gölün diyor kimle konuşsam. Kerevitlerin de fotoğrafını çekiyorum. Hava iyiden iyiye kapatıyor kendini artık, bir sis bulutu çöküyor gözün üzerine. Nereye baksan artık sadece gri. Bütün renkler soluyor, insanlar koşuşturmaya başlıyor. Bir amca ile ilerideki adada bulunan kiliseyi konuşuyoruz, havanın güzel olduğu bir gün oraya gitmek üzere anlaşıp tokalaşıyoruz. Amcadan ayrılır ayrılmaz gölün kıyısından içerilere uzanan sokaklardan birinden sapıyorum. Herkes koşuşturuyor. Gökyüzü tüm öfkesini kusmak üzere olan bir düşman gibi, kapkara, ürkütüyor kuşları. Karabataklar ve martılar... Kah suyun yüzünde, kah havada çığlık çığlık. 



Garip bir sakinlikle yürüyorum sokaklarda, fotoğraf makinemi çantama kaldırıp, yağmurluğu geçiriyorum üzerime. Çiselemeye başlayan yağmur ile yüzümde bir gülümseme oluşuyor. Islanmayı seviyorum. Islana ıslana arabaya kadar yürüyorum. Benim dışımda herkes koşuyor, çocuklar, babalar, kadınlar, dedeler, köpekler ve kuşlar... Dönüşte yeniden o köprüden geçiyorum, teyze sandalına aldığı beş kişiyi karaya sağ salim ulaştırmak için var gücüyle kürekleri çekiyor, sandalda herkes ayakta, kadının sesi duyuluyor uzaktan, "oturun, devriliriz".

Arabaya yaklaştığımda yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlıyor. Arabanın içine girip, arabayı çalıştırıyorum. Sonra kapatıp kontağı, gölü seyrediyorum en azından bir süre. Köyün girişine bıraktığım arabam terk edilmiş benzinlikle tezatlık oluşturuyor. Az ilerde köye gelenleri tüm ihtişamı ile karşılayan, restorasyonu tamamlanmış Rum Ortodoks kilisesi artık bir kültür evi. O dönemde yaşayan insanları düşlüyorum. Köy o zamanda bu kadar bakımsız ve pis miydi acaba diye geçiyor aklımdan. Köylü kadınların "hükümet geldi, temizlenir inşallah" demesi geliyor aklıma, gülümsüyorum. Yağmur şiddetini arttırdıkça gölün suyu dalgalanıyor, bir deniz gibi boyu aşan dalgalar kim bilir kıyıya hangi anıları taşıyacaklar. 

Cama vuran her damlada bir "iyi ki" çıkıyor dilimin ucundan. Nefes alışıma, uyanışıma, ıslanıp da sımsıcak evime dönecek oluşuma, karnımın tokluğuna, sağlığıma, sevdiklerime ve beni sevenlere... Aklıma gelen ne varsa mutluluğa dair, hepsine bir teşekkür ediyorum. Ama en çok kendime... Öğrendim artık, kendine ettiğim her teşekkür, benim ben olmanı sağlayan herkese ulaşıyor bir parça. 

Eve döndüğümde sıcak bir çay yapıyorum kendime. Saçlarımı kendi halinde kurumaya bırakıyorum. Gazete okumak için koltuğa uzandığımda az sonra olacakları bildiğimden müziği açıyor, battaniyeyi üzerime çekiyorum. Sıkıcı ve artık şaşırtmayan gündeme şöyle bir göz atıp, Roma dönemine gidip, köyü bir kere de o zaman diliminde gezebilmeyi düşleyerek gözlerimin kapanmasına izin veriyorum. 









04 Mart 2014

Ada Ekmeğinin Kokusu




Önce kokusu girdi içeri... Günlerdir özlemle beklenen sevgiliye kavuşmanın heyecanı ile aldım elime paketi. Mis gibi kokusunu çektim içime. Öylece çalışma masamın üzerine koydum ve bekledim akşam olmasını. 

Aslında bekleyemedim. Kutuyu hemen açtım. Bezlere sarılmış, çok aktif Bozcaada stili ekşi maya ile yapılmış ekmeklerimi aynı özenle elime aldım ve bir kez daha kokladım. Tam çavdarlı olan cevizliydi, diğeri tam buğday. Pencereden dışarı baktım, Bozcaadayı düşündüm. Bozcaada... Hayallerimin yıkıldığı bir yerdi seneler önce... Hayallerimi süsleyen bir yere dönüştü, bir ekmek sayesinde. 



Taş değirmenlerde öğütülmüş buğdayın uzun soluklu mayalanma süresince gelişimini sabırla, özveriyle ve aşkla izleyen, bekleyen ve bunu bir uğraş,  zamanı geçirmek için bir hobi olmaktan çıkarıp GERÇEK EKMEK DOSTLUĞU kurma amacına dönüştüren, emeğini ve bilgisini paylaşmak için sosyal medyayı kullanan güzel insan Ali şöyle diyor blogtaki yazılarından birinde;

İnanılmaz bir kabuk. Böyle bir kabuğu sadece sourdough/ekşi maya ile elde edebilirsiniz. Maya yaşlandıkça kuvvetleniyor ve adeta kabukta kendi karakterini ortaya koyan imzalar atıyor. Buna tanık olmak muazzam ve etkileyici bir deneyim. #bozcaada #adaekmeği

Ben Ali Beyi instagram da dolanırken tesadüfen keşfedenlerdenim, uzun yıllardır beyaz ekmek yemiyorum, ekşi mayalı ekmek yapan bir fırından ya da Gölyazı Köyünden gelen mayalı ekmekten alıyorum. Ada ekmeğini görünce ve okudukça yediğimiz çoğu şey gibi, ekmeklerimizin de "gerçek" olmadığını anlıyorum. Ticareti yapılan her şey "sunileşiyor". Kısa sürede çok üretmek, üretileni uzun süre depolayabilmek için içine türlü çeşit kimyasallar eklenen, tarlalardaki verimi artırmaya yönelik üretilen zehirden, genetiği ile oynanmış tohuma uzanan ticari yolun insan sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri dünyada tartışılıyor... Biz de ise ayakkabı kutularına sığdırılan bir gelecek ve eritilemeyen bir hırsın tartışmaları bile yapılamıyor.  

Oysa emeğin olduğu yerde "gerçek" var, biz bunu unutuyoruz. Bakın Ali bey bu emeği ne güzel anlatıyor;


Bu iş el hassasiyeti olmadan yapılacak iş değil. Bir de tam çavdar yapıyorsanız çok daha özenli davranmak gerekiyor hamura... Bazen ben bile bir offff çekiyorum... Her bir hamurun yüzeyi nazik fırça darbeleri ile zeytinyağlanıyor epey iş bu... Asıl olay son mayalanmada fırına atma aşamasında... Çok çok dikkatli ve ekstra özenle kalıpları fırına taşımak gerekiyor. Genel olarak artisan ekmekçilikte hamura herzaman çok nazik davranılmalı. Ayrıca benim kafayı taktığım %100 tam tahıllı ekmekler grubu ayrı bir dünya ve beyaz unla yapılan reçeteler ve hamur tekniklerinden çok daha aşamalı koşullar ve işçilik gerektiriyor. #adaekmegi #bozcaada #sourdough#realbread #ryebread #artisanbread #eksimaya#eksimayaliekmek #gercekekmek #islomania
Ada ekmeğine gösterilen sevgi unundan mayasına, pişirilmesinden gönderilmesine kadar özenle ve samimiyetle işleniyor; öyle ki o özen ve samimiyet duygusu gelen mail de bile kendini hissettiriyor. 


Kargoyla da ekmek mi gelirmiş demeyin... Geliyor inanın ve siz o ekmeği, benzer bir sabırla bekliyor, aynı özenle kesiyor, kırıntısını ziyan etmeden yiyor ve size sunulanın bir "nimet" olduğunu her yudumunuzda hissedebiliyorsunuz. 

Bu kadar uzun laflara ihtiyacı yok Ada Ekmeğinin... Adanın kokusunu, denizin vahşiliğini, emeğin içtenliğini, hayatın sertliğini hissedeceğiniz bu ekmeğin "sevgi" ile mayalandığını bilmek bile yetiyor aslında. Bir de "gerçek" olduğunu.

19 Şubat 2014

Fotoğrafın Fısıltısı / Tutsak



ben bir tutsağım bugün... 
                                                  özgür kuşlara özenen. 
ne düşünür bi kuş... beyniyle.
                   ve söylesene ey kumru, 
gördüğüm nedir seyreyleyen gözümden 
       çaresizliğim mi seni hüzünlendiren