10 Mayıs 2016

Yüreğin Kadar Kork Benden




Aslında bir kuş gibi özgürdük, kanadımız incinmeden önce. 
Sonra tutunmayı öğrettiler bize, dikili bir ağaç sanıp kendimizi, saldık köklerimizi toprağa.
Oysa çırpınmak var doğamızda. 
Böyle kırıldı tek kanadımız, yani boşuna! boşu boşuna çırpındıkça. 


Kulağımda kuş sesleri, doğudan batıya...
Düşüncelerim derin, köklerim boyunca.

Kanatlarımda bir sızı
Kanatlarımda bir ağırlık
Kanatlarım
Kanadıkça
Köklerimden kopup
Eğiliyorum toprağa
Şefkatin kadar sev beni
Yüreğin kadar kork benden

Uçuyorum ben sessizliğin girdabında
Uçuyorum ben sensizliğin girdabında



03 Mart 2016

Yollara Düşmek ve Kanser İlişkisi

Bugün bir haber okudum.  Başlığı şöyleydi:

Kanser teşhisi konunca 90 yaşında yollara düştü


Hep düşünmüşümdür; bir gün kanser olduğumu öğrensem ne yaparım diye, aslında bir film ile bunu düşünmeye başlamıştım: Bucket List 

İnsan en çok yapmak istediği şeyi yapabilmek için neden öleceği haberini bekler ki... Zaten öleceksek beklediğimiz tam olarak ne?

***

Kafam karışık uyandığım sabahlarda yazmak isteği ile dolup taşıyorum. Defalarca anlamama rağmen pratikte yazmak eyleminin "tedavi" kısmı beni cezbediyor. 

Yazarken düşünmüyorum, düşünmediğim için üzülmüyorum, üzülmediğim için sıkılmıyorum, sıkılmadığım için kaçmak istemiyorum. 

***

Dün bir mail attım, cevap " ben sende neyi temsil ediyorum kim bilir" oldu. 

Düşündüm,  neydi onu aklıma düşüren, neydi; kalemi kağıdı alıp da yazma isteği uyandıran, peki ya o liman... neydi ona sığınmama neden?

***

Çözümsüzlük

***

Onca kelime yazıp sildim şu yukarıdaki boşluğa; boşluk dahil. En sonunda çözümsüzlük yazınca fark ettim ki, içimde ılık bir his dolandı, tanıdık bir kelime. 

***

İnsan yaşamı boyunca yüzlerce kez çözümsüz kalıyor, ille bir çıkış yolu buluyor elbet, bulamayan zaten nefesini daha fazla tüketmemeyi seçiyor ki bence zor bir seçim: kendi rızanla göçüp gitmek bu dünyadan.

Bir çözülmeyeni bir bilenmeze teslim etmek. Tuhaf!

***

Şair ne güzel diyor;

“Şimdi” ve “Burada” olmanın kederine karşı çıkmadım.*

Belki de formül; şimdi ve burada olmanın verdiği kedere, kısa bir zaman önceki şimdi ve burada olmanın verdiği mutlulukla karşılık vermektedir ve belki az sonra karşılaşılacak olan şimdi ve burada olmanın verdiği umutla! Mantıklı da geldiyse bu romantik çözüm pek ala da kabul görür.

***

Çünkü insan vazgeçtiklerinin onun hayatına neler getirmiş olabileceğini asla deneyimleyemez.

***

Ayrıca insan yollara düşmek için neden ölümcül bir hastalık beklesin ki değil mi ama? En fazla baharı bekler insan... Üstelik baharda her şey yenilenir, tazelenir...

Öyleyse yola çıkalım, yoldan çıkalım daha fazla kedere kapılmadan.











* Birhan Keskin






07 Şubat 2016

Hayallerindeki eşi karşılarında buldular!

Antalya Migros AVM, sanal gerçeklikle hayallerinizdeki kişiyi gerçeğe dönüştürüyor. 


Bir boomads advertorial içeriğidir.

17 Ağustos 2015

Bulut Geçer Gözyaşları Kalır Çimende*

Bugün sanki biraz maviyim. Daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden ama... Bir tartışma ortamında, lila rengi iddiasında bir büyük kaybetmeyi göze alacak kadar. Anlatamıyorum değil mi? Zaten ne zaman içimde kelimeler birikse, anlatamam. Bugün öyle bir gün: anlatamadığım, maviye çalan lila rengi bir gün. 

Oysa sen beni anlardın biliyorum. Sadece sussam, gözlerine baksam ve hapşırsam... Gülümserdin biliyorum, içinden taştılar gördün mü derdin, sanki bir kaç kelimeyi de avucunla yakalamış gibi, sol elini  havada yumruk yaparak. Bakışında gizli bir cevap olurdu, ben daha sorumu sormadan beliren. Galiba en çok onu özlüyorum. Nasıl oluyor da en mavi hissettiğim günde bile sana varıyor kelimelerim. Oysa sen turuncusun. Hala öyle misin? Gün batımında hafif pembe kızıl bir gökyüzü belirir uzakta, pusludur hani. Sorsan en romantik andır kimileri için. Yaşamayan bilmez öncesini, onun bir öncesi vardır, bilmezler, düşünmezler, görmezler... Güneş turuncu bir top gibidir, sen tam da o turuncunun en kor, en yakıcı halisin. Ateşine düşmedilerse seni tarif bile edemezler. Sen! Hala öyle misin gerçekten?

Yaraları saran zaman, sen söz konusu olduğunda ucu sivri keskin bir bıçağa döner; kanatır yarayı; kabuğu mavi, ama lilaya çalan cinsinden; üstelik irini turuncu biriken. Bir toplu iğne başı gibidir kelimeler bazen, zamanla işbirliği yapıp en beklemediğin zamanda gelir o yarayı bulur, kanatır en derininden, sanırsın ki akacak irin, düşecek kabuk ve güneşin battığı yerden doğacak ay... Bakışların ufka sabitlenmiş beklersin, sanki göğe bakma durağında* yanlışlıkla inmişsin de, gelip seni oradan alacaklarmış gibi umutla gülümseyerek beklersin. Beklerken ağırlaşır göz kapakların, günlerin uykusuzluğu vurur gözbebeklerine, küçülürler... Gözlerini kısarsın, ha uyudun ha uyuyacaksındır... Kafanı çevirecek gücün bile kalmaz.   Kafanı çevirmeyi akıl etmezsen yeni doğan ayı göremezsin, gökyüzünün griye çalan maviliğinde kaybolur tutunduğun turuncu da aniden. Bakarken görmek için daha da uzağını, belki ardını güneşin, ateş basar seni inceden inceden. Uyku misali, gelip geçer aşk; ne zamanıdır, ne de yeri, gelip alacaklar ya seni, açarsın gözlerini açabildiğin kadar. Kapanmasın istersin göz kapakların bir perde misali, duraktasın ya, yüreğinin penceresini ardına kadar açar, uzun uzun göğe bakarsın. Yıldızlar çıka gelir dağılır geceye sere serpe sen gökyüzünde dolunayı ararken. 

Usuldan usuldan bir esinti başlar, durağın kuytusuna çekilirsin, ellerini ceplerine sokar bir türkü tutturursun. Oysa yıldızlara uzatmalısın elini, yıldızlara elini uzatmayı denemezsen, bilemezsin, insan nasıl da özgürleşir ve kurtulur kafasını kemiren düşüncelerden. Bugün günlerden turuncu ve ben alabildiğine maviyim, daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden! 


26 Mayıs 2015

Bir Kahve İçimlik Sohbette Buluşmak Seninle



Beylik lafları seviyorum... Mesela;
Aşk, yaşamın sıradanlığına soylu bir başkaldırıştır.
Peh peh peh!

Mehmet Sungur hoca etmiş bu lafı. Yazdım bir kenara dursun diye. İnsan kendi içinde ve kendine rağmen çıkış kapısı bulamaz bazen. 

***

Geçenlerde instagram hesabımın bir fotoğraf altı yazısında şöyle bir not düştüm bu günlerde yaşadıklarımı anımsatacak. Bilmem seneler sonra okuduğumda bir şeyi ya da o gün o duygu ile yazdığım şeyi ifade edecek mi?

Düşün ki bir mektup gelmiş uzaklardan, adını bile söylerken zorlandığın küçük bir kasabadan. Diyelim ki sen yeni yeni öğrenmekte olduğun dilde okumaya çabalıyorsun ve başında biri sürekli "ne demiş ne anlatmış" diye tepinip duruyor. Mektubu aldığın gibi koşmaya başlıyorsun. Uzağa, koşabildiğin en uzağa koşup, nefes nefese elinde tuttuğun mektuba bakıyorsun. Onu okumak, anlamak ve cevaplamak istiyorsun. Ama nafile bir çaba seninkisi. Zaman alacak okuman, anlaman ve cevap vermen... çok zamanını alacak.
Düşün ki sen bugün elinde olan mektubun hangi dilde yazıldığını bile bilmiyorsun.
***

Yazmanın benim tek kurtuluşum olduğunu, içimi akıtmanın tek yolu olduğunu anlamam uzun seneler evvele dayanır. Aslında bir psikolog tavsiyesi... Bana değil de bir arkadaşıma yapılmış. O hiç yazdı mı bilmem ama ben o günden beri ne zaman başım dara düşse yazarım. 

***

İnsan içi kaynayan bir kazan; komposto yapmak istersin, şekeri fazla gelir, reçel gibi olur, suyu fazla gelir az daha kaynatayım dersin, fazla katılaşır bir işe yaratmak için uğraşır durursun, emeğin boşa gitsin istemezsin. Ama bazen gider. Yapa boza öğrenirsin hayatı. Tam oldu dersin, bir rüzgar eser tersine, bilemezsin ne yöne gideceğini, durursun. Yüzüne çarptıkça bir tokat gibi, daha çok şaşırırsın, o yana bu yana koşturmaya başlar, iyice dağılırsın. Bir sınav daha!

Çuvallarsın. Böyle zamanlarda içinde kaynayan kazandan öfke çıkmaya çalışır, sen bastırırsın. Bir kahve molası istersin, küçük masum bir mola... Denize nazır bir apartmanın altıncı katındaki balkonda ilk günlerin heyecanını kendinde saklı tutan sohbeti böler bir esinti, deniz kokar... hissedersin esintiyi yüzünde, bir de bir damla yağmur düşer yüzüne... hangi buluttan düştüğünü göremediğin o yağmur damlasını seversin. Kurak toprağın bir damla yağmuru çatlağından içine akıtması gibi, yanağından süzülüp, göğüs çatalının çizgisinden süzülen damlanın yüreğinin çatlağından içine girmesine izin verirsin. Kuşlar kanatlanır böyle zamanlarda aşk filmlerinin unutulmaz sahnesinde. 

Günler önce bir kağıt parçasına yazdığın bir satır cümle tokat gibi çarpar yüzüne... İçindeki bütün sesleri susturup, sinersin köşene. İçinde ne var ne yoksa dökersin kelimeleri dost sanıp da kendine... Yazar durursun; boş, anlamsız, parlak ve sessiz beyazlığa... Oysa karanlıkta kalmaktır niyetin, boğulmak ve tüm günahlarından arınıp, içinden yeşil bir umut çıkacağı günü bekleyerek bir ömür gibi uzun, bir saniye gibi kısa bir zaman diliminde düğüm çözülsün istersin. Ocağın altını, tam da zamanında kabarcıklar büyüyüp göz göz olduğunda bir kaç damla limon sıktıktan bir kaç dakika sonra, biri gelip kapatsın istersin. 

Yorulan parmakların, yanık kokan için, bir damla yağmuru kendine çoktan buhar etmiş yüreğinle ve elbette tükenen kelimelerinle... elindeki mektuba bakarsın... Buruşturup atmak istersin, bilmezsin ki o mektup sensin, senin gerçeğin. Ne bileyim belki de son sınavın. 

Sahi insan kaç sınavı geçer de öyle gider ki ölüme! Ki kuşlar kanatlanıyorsa bir sahnede "son" yazısı yakındır bence o filmde. 








28 Nisan 2015

Sakızadası'nda Bir Öğle Vakti

Aslında niyet bir yere kaçmaktı. İki günlüğüne de olsa, başka bir hava soluyup, farklı yemeklerin tadına bakıp,  komşunun yüksek alkollü Uzo'sundan yudumlayıp kafayı bulmaktı. Özetle şöyle desem olur herhalde: Aradığımızdan fazlasını bulduk. 

Sevgilim Bay H. eşim olduğunda bana bir söz verdi: Çok gezeceğiz, öyle çok gezeceğiz ki, sonunda biraz da evde otursak diyeceksin. Bir gün der miyim acaba?

24 Nisan'ın Cuma'ya denk gelmesi 4 günlük tatil demekti bizim için. Yakında bir yer arayışı bizi önce aile yanı Çeşme'ye -ki en sevdiğimiz zamandır sezon dışı- sonra da Sakız'a yöneltti. Sabah akşam feribotlarla ve günlük vize ile gidilebilen Sakız adasında tek gece konaklamaya karar verdik. İyi ki... ve keşke iki gece konaklasaymışız dedik ayrılırken. 

Booking.com ve daha önce seyahat etmiş bloggerları incelemem sonucunda kalınacak bölge olarak Kambos'a karar verdim. Venetis House keyifli gözüküyordu. Şehirden uzak, sessiz, sakin, portakal ve limon bahçelerinin arasında şirin bir aile işletmesi. Üstelik bisiklet de vardı. Yerleri ayırttım. Feribot biletlerini Ertürk Hızlı Feribottan aldım ve bir araba kiraladım. Adanın güneyini ve kuzeyde terk edilmiş bir köyü gezebilecek şekilde bir plan yaptım. Annemler biz de gelelim deyince, onlara da Voulamandis House'dan bir oda ayarladım. 

Nisan ayı nedense bu yıl baharı falan müjdelemiyordu. Sabah kalktığımızda fazla baharlık üstümüzü, kat kat lahana modeli ile mevsime uygun hale getirerek yola çıktık. Keyifli bir 20 dakikalık yolculuk sonunda Sakız limanına indik. Arabamızı aldığımız gibi vurduk kendimizi yollara. Önce kalacağımız yerleri bulduk. Kambos bir köy aslında ve daracık sokakları ve labirenti andıran yapısı ile harita ile yol bulmak neredeyse bir macera. Neyse ki Google Map ile bulduk evlerimizi. Akşam yemek için belirlediğim yer dışında bir yer önerisi yapan Bay Voulamandis ile bir de harita üzerinden belirlediğim gezilecek bölgelerin üzerinden geçip ondan da fikir aldıktan sonra çıktık yola.

Rota belli olsa da kaybolmak güzeldir...

"İnsan yolda en çok kendini bulur. Kendi ile kalır ve kendini tanır. " derim hep. Bir de gitsen 5 de gitsen bu değişmez. Unutulmaz anlardan biri dönüş yolu... Babamın "kardayız" dolu kahkahaları ve gözlerden gelen yaş. Ah ne güzeldir kocaman bir aile olup da kahkaha atmak. Döneceğim elbet hikayenin bu kısmına ama önce biraz fotoğraf ve altı yazıları.










16 Nisan 2015

"Boktan Hayat..." Yok yok değil sinirle söyledim :)

Yazmak, sancılı bir sürecin dışa vurumu. Yazmak, bir iç döküş, bir konuşamama hali. Yazmak; için çığlık çığlık olmuşken, dünyanın boktanlığına, iyi niyetten doğan maraza bir isyan bayrağı. Yazmak, kendini iyileştirmek, sakinleştirmek, kendinle konuşmanı deliliğin dışında daha makul, anlaşılır, kabul edilebilir bir hale dönüştürme uğraşı. 


Oysa daha dün; "güzel bir güne başlamak için çok sebebin olsa da ufacık bir şey tüm günün kötü geçmesi için yeterli olur. Sen çok olanı seç ve gülümse" yazmıştım. Daha günden, günün getireceği o "büyük şeyden" habersizdim. Neler oluyordu? Neydi sınavım. Ne yapmalıydım? Nasıl davranmalıydım? Sorular büyüdükçe büyüdü... çoğaldıkça çoğaldı. Uyku tutmayan gözlerde fer de kalmadı. Sabah erkenden çıktım evden. Gün başlamamışken, çocuklar okula varmamış, kuşlar henüz uyanmamışken... kafamda kilise çanları, camiden yükselen ezan sesleri ve akşamdan kalmış kırgın kalp atışları ile biraz yürüdüm. Ağzımda buruk bir tat vardı. Belki de dünde kalan "hayat bok falan da değil tamam mı" cümlesinin üzerine akşam vakti kurduğum; hayatın aslında bombok olduğuna dair betimlemelerle doldurduğum cümlelerimin tadıydı. Düşünmek istemedim. 

Uykusuz ve yorgundum üstelik bir kaç gün öncesinden beri devam eden sırt ağrılarım kendini bana daha çok hissettiriyordu. Biraz ağladım. Biraz bağırdım. Biraz isyan ettim. Çünkü yüreğim hala "aslında pek çok şey öyle güzel ki... seni cehenneme çekmeye çalışan hayata inat, gülümse diyordu" Yüreğimin sesini dinlemeyi ne çok isterdim. Şu saate kadar yapamadım. Ama fark ettim ki, yazarken ara ara gülümsedim. Ara ara "evet ya" dedim. Sanki yazı biterse, hemen şimdi mesela... yüreğimin sesini daha güçlü duyup, ona inanabileceğim.


Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken…
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.


Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.*














* Mungan mısralarında Sezen sesi...