09 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Yunanistan

19 Mayıs 2016 Perşembe / Sabah 06:30

İlk durağımız olarak belirlediğimiz Yunanistan'a doğru yola çıkacağız. Aylar öncesinden başlayan hazırlıklar son kez kontrol edildi bir gece önceden. Balkanlarda kendi arabamız ile yapacağımız yolculuk boyunca bazen 4, bazen 7, bazen 5 kişi olacağız. Bu "bazen"lerin hepsinde farklı bir mutluluk ve heyecan yaşayacağımız kesin. 

Yolculuk öncesi onca okuduğum blog, yorum, rota önerisi harmanından yarattığım "yalın" tur programı beni strese sokmuyor değil. Bu bir deneme, hayale açılan bir kapı... Dile kolay, yaklaşık 4000 km ve 13 gün bir araba tepesinde neredeyse her sabah farklı bir ülkeye uyanacağımız bir "tatil" planladık: Annem, babam, ben ve sevdiğim adam... Herkes "yol" heyecanının farklı bir ucunu tutmuş, hepimiz "yolcu" olmanın keyfini çıkarıyoruz,  her birimiz "yolculuk"la ilgili farklı haller içindeyiz: ruhumuz yüzümüzde, hareketlerimizde. Dilek tek: her şey yolunda gitsin. 

Bir gece önce yapılan son rota incelemesinde kararımız ağırlıklı olarak Lapseki üzerinden karşıya geçip, İpsala kapısına yönelmek. Normalde İpsala geçişi 15 dakika falan sürüyor, 19 Mayıs nedeniyle hadi sürsün bir saat diye kendi aramızda konuşurken, Çardak iskelesine yöneltti usta şoför aracı, karar ne de doğru, son bir araçlık yer kalmış, önümüzdeki tır sığamayacağına göre geçiş önceliği bize veriliyor. Çocuklar gibi şeniz. Niyeyse...  

Feribotta çay içerken, babam anlatıyor: "Buralar hep dutluktu" Yok yok, şaka, ne anlatıyor bilmiyorum ama heyecanı görülmeye değer. Annemle feribot demi çaylarımızı yudumlarken, "hayatımıza anlam katan" adamları çekiştiriyoruz. Kadın milleti işte!



Karşı kıyıya vardığımızda anlıyoruz ki, araba ile seyahat eden epeyce bir "türk" var. Güneyli, Kavakköy, Keşan derken, İpsala kapısına da yaklaşmışken, tek şerit 8 km'lik bir "kuyruk" ile burun buruna geliyoruz. Geçiş sanki "bir saatlik bekleme" ile çözülebilecek bir şey değil. Yol üstü dedikoduları öyle hızlı gündem değiştiriyor ki, başımız 1 saatin sonunda ağrımaya başlıyor. Köprüyü kapatmışlar, geçiş vermiyor Yunanlı, bir de kriz var diyorlar, açsanıza kapıları sonuna kadar, biz geliyoruz para akıtacağız cümleleri arabanın camından süzülerek de olsa giriyor. Kitap okuyor, uyuyor, yürüyüş yapıyor, tuvalet arıyor, geçen motosikletli grupları inceliyor, bisiklet ile Yunanistan yapacak bir gençle sohbet ediyor, bir daha yürüyor, bir daha kestiriyor, bir kez daha tuvalete gidiyor, aralarda bolca çerez yiyip kabak çekirdeği çıtlatıyor, çocukların peşine koşan anneler ile, tartışan bir çifte tanıklık ediyor, altına yapan ufaklığı sakinleştirmek için 5 kişilik araban inen 8 kişiye hayretle bakıyor ve sonunda tahminimizin çok ötesinde neredeyse 5 saat sonra; mevcut kabak çekirdeğini de yarıya indirmiş olarak;  "gerekli evrakları" sınırdaki görevlilere kontrol ettirip, ilk ülke, ilk şehir için sabırsızlıkla yola devam ediyoruz. 

Yeşil... 

Bu yolculuğun renginin yeşil olacağının henüz farkında değiliz. Kokusunun herhangi bir parfüm olmayacağı kesin. Bunu duty free'deki parfüm denemesi sonucunda kesin kez anlıyoruz. 

Ihlamur...

Evet! Bu yolculuğun kokusu kesinlikle ıhlamur. Çiçekteler ve her yerdeler. Ama her yerde.

İlk durak: Alexandroupoli - Dedeağaç

Sınırdan geçişten kısa bir süre sonra ki bu algı ile de ilgili olabilir, 5 saat durağan bir süreçten sonra 40 dakikalık bir yol, insanda 5 dakika sonra Dedeağaç'a vardım hissi uyandırabiliyor. 5 ya da 40 fark etmiyor, ilk durağımıza geldik ve denize nazır bir noktada arabayı bırakıp, yürüyoruz. Karnımız aç ama bulduğumuz ilk yerde yiyecek kadar değil.  Annem ve ben sağolalım; arabada bir valiz de yiyecek var, ne olur ne olmaz, yaban ellerde açlıkla sınanmayalım diye. Önemli bir kısmını sınır kapısı geçişinde telef etsek de 3 gün aç kalmayız. Kesin!




Dedeağacı gezip, fener önü hatıra fotoğrafını çekip, biraz ilerideki cafelerde soluklanınca bir de üzerine "gelato" yiyip serinleyince yola çıkmaya hazırız. Bir sonraki durak  Komotini - Gümülcine... Kısa bir araba turu yapıp Gümülcine'den ayrılıyoruz. Xanthi - İskeçe notlarımın arasında olmasına rağmen, biraz da kapıda kaybettiğimiz 5 saat nedeniyle, bir sonraki tura kalmasına karar veriyoruz. 

Καβάλα - Kavala

Akşam güneşi ile Kavala'dayız. Otelimiz merkezden sadece 1 km uzakta. Eşyaları otele bırakır bırakmaz kendimizi dışarı atıyoruz. Sahilde kısa bir yürüyüş ve elbet de balık - uzo yapmak niyetindeyiz. 


Günü çerezle, bekleyişle, kuru kayısı ve meyveyle arada kırık kırak galetalarla geçirmiş bir grup yolcudan daha aç bir tavır beklenemez herhalde; adımlar hızlı, gözler keyifli bir mekan bulmak için kısılmış. 

Otelin tavsiyesi ile gidilen mekan pek sarmayınca grubu, hissi kablel vuku ile mavi örtülü, 10 masalı bir mekan bulup keyfini çıkarıyoruz. İtiraf etmeliyim ki, kalamar daha önce İzmir Güzelyalı'da yediklerimizin yanına bile yaklaşamaz, bilmem uzo'dan bilmem lezzetli deniz balığı ve mezelerden kısa sürede enerjimiz yerine geliyor, ilk günün yorgunluğunu atmak üzere otele yürüyerek dönerken, şehrin adını ile anılan kurabiyelerden alıyoruz, hepimizde bir gülümseme ve dilimizde "iyi ki"li cümleler var. 

Sabah harika bir kahvaltıya gözümüz açıyoruz. Eski kaşar, siyah zeytin, mis gibi çay kokusu... Yüzlerdeki gülümsemeler sabitlenmiş gibi. Gözler hep ışıl ışıl. Günaydınlar, dinlendinmiler havada uçuşuyor. Sabahın erken kuşları korosundan çeşit çeşit "güzelliğe", "iyiliğe","mutluluğa", "şükre" dair cümleler sıralanıyor. 

Şükür

Bu yolculuğun ilk üç kelimesinden biri... Neredeyse,, tüm yolculuk boyunca gün içinde tekrarlanan bir dua gibi aynı zamanda. 

Sakinlik

Benim adamın hayatta durduğu nokta. Tahmin edileceği üzere sıklıkla bana söylenen ilk üçün birinciliğine oynayan "sihirli" kelime. Genetik yatkınlığı "heyecan" ve "telaş" olan bir aileden yeter miktarda ben de nasibimi almışım. Bir de benden 3 tane olunca arabada; sıklıkla davet etmek gerekliliği hissediyor; sesini, gülüşünü, tavrını sevdiğim adam bizleri "sakinliğe" belki de sırf bu nedenle mucizevi bir şekilde "yolunda" gidiyor her şey.  

Yolcu yolunda gerek deyip topluyoruz valizleri; valizlerin bagaja yerleştirilmesi her seferinde bir seremoni ve üstelik bunun daha sonraki günlerde ne kadar karmaşık hale gelebileceğini henüz bilmiyoruz. Şimdilik mesuduz. 



Panagia 

İlk eski şehrimiz oluyor. Kavala'dan ayrılmadan; bir gece önce gördüğümüz kaleye ulaşmak için gidiyoruz burna. Kavala sadece buradan oluşsa ne güzel olurmuş dedirtiyor, tabi ki bu naif bir dilek olarak kalacak.

Her coğrafyanın eninde sonunda kaderine yenik düştüğü sayısal birikme ve betonlaşarak değişme bu coğrafyayı da ele geçirmiş gözüküyor. Kaleden şehre son bir kez bakıp, kayboluyoruz Panagia'nın ara sokaklarında.




Bir sonraki yazı: Selanik - Karmaşık duygular...







08 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu




Geçen yıl bu zamanlarda can dost ve çekirdek ailesi ülke değiştirince 

bize de hayal kurmak kaldı. 

Hepi topu 805 km. olan yolu, hazır yola çıkıyoruz deyip; 

3884 km. yapmaya karar verdik. 

Böyle başladı yol hikâyemiz. 

Yakını uzak ederek. 

Instagram'da #yolda2yolcu ve #balkanlarda4yolcu etiketleri ile yayınladığım 

fotoğraflardan oluşan "araba ile balkanlar" turu, 

bir yazı dizisi olacak elbet de, dilerim yakın zamanda olur. 

Bu fotoğraf Budva'nın eski kentinden. 


Haziran ayı bitmeden görüşmek dileği ile...















10 Mayıs 2016

Yüreğin Kadar Kork Benden




Aslında bir kuş gibi özgürdük, kanadımız incinmeden önce. 
Sonra tutunmayı öğrettiler bize, dikili bir ağaç sanıp kendimizi, saldık köklerimizi toprağa.
Oysa çırpınmak var doğamızda. 
Böyle kırıldı tek kanadımız, yani boşuna! boşu boşuna çırpındıkça. 


Kulağımda kuş sesleri, doğudan batıya...
Düşüncelerim derin, köklerim boyunca.

Kanatlarımda bir sızı
Kanatlarımda bir ağırlık
Kanatlarım
Kanadıkça
Köklerimden kopup
Eğiliyorum toprağa
Şefkatin kadar sev beni
Yüreğin kadar kork benden

Uçuyorum ben sessizliğin girdabında
Uçuyorum ben sensizliğin girdabında



03 Mart 2016

Yollara Düşmek ve Kanser İlişkisi

Bugün bir haber okudum.  Başlığı şöyleydi:

Kanser teşhisi konunca 90 yaşında yollara düştü


Hep düşünmüşümdür; bir gün kanser olduğumu öğrensem ne yaparım diye, aslında bir film ile bunu düşünmeye başlamıştım: Bucket List 

İnsan en çok yapmak istediği şeyi yapabilmek için neden öleceği haberini bekler ki... Zaten öleceksek beklediğimiz tam olarak ne?

***

Kafam karışık uyandığım sabahlarda yazmak isteği ile dolup taşıyorum. Defalarca anlamama rağmen pratikte yazmak eyleminin "tedavi" kısmı beni cezbediyor. 

Yazarken düşünmüyorum, düşünmediğim için üzülmüyorum, üzülmediğim için sıkılmıyorum, sıkılmadığım için kaçmak istemiyorum. 

***

Dün bir mail attım, cevap " ben sende neyi temsil ediyorum kim bilir" oldu. 

Düşündüm,  neydi onu aklıma düşüren, neydi; kalemi kağıdı alıp da yazma isteği uyandıran, peki ya o liman... neydi ona sığınmama neden?

***

Çözümsüzlük

***

Onca kelime yazıp sildim şu yukarıdaki boşluğa; boşluk dahil. En sonunda çözümsüzlük yazınca fark ettim ki, içimde ılık bir his dolandı, tanıdık bir kelime. 

***

İnsan yaşamı boyunca yüzlerce kez çözümsüz kalıyor, ille bir çıkış yolu buluyor elbet, bulamayan zaten nefesini daha fazla tüketmemeyi seçiyor ki bence zor bir seçim: kendi rızanla göçüp gitmek bu dünyadan.

Bir çözülmeyeni bir bilenmeze teslim etmek. Tuhaf!

***

Şair ne güzel diyor;

“Şimdi” ve “Burada” olmanın kederine karşı çıkmadım.*

Belki de formül; şimdi ve burada olmanın verdiği kedere, kısa bir zaman önceki şimdi ve burada olmanın verdiği mutlulukla karşılık vermektedir ve belki az sonra karşılaşılacak olan şimdi ve burada olmanın verdiği umutla! Mantıklı da geldiyse bu romantik çözüm pek ala da kabul görür.

***

Çünkü insan vazgeçtiklerinin onun hayatına neler getirmiş olabileceğini asla deneyimleyemez.

***

Ayrıca insan yollara düşmek için neden ölümcül bir hastalık beklesin ki değil mi ama? En fazla baharı bekler insan... Üstelik baharda her şey yenilenir, tazelenir...

Öyleyse yola çıkalım, yoldan çıkalım daha fazla kedere kapılmadan.











* Birhan Keskin






07 Şubat 2016

Hayallerindeki eşi karşılarında buldular!

Antalya Migros AVM, sanal gerçeklikle hayallerinizdeki kişiyi gerçeğe dönüştürüyor. 


Bir boomads advertorial içeriğidir.

17 Ağustos 2015

Bulut Geçer Gözyaşları Kalır Çimende*

Bugün sanki biraz maviyim. Daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden ama... Bir tartışma ortamında, lila rengi iddiasında bir büyük kaybetmeyi göze alacak kadar. Anlatamıyorum değil mi? Zaten ne zaman içimde kelimeler birikse, anlatamam. Bugün öyle bir gün: anlatamadığım, maviye çalan lila rengi bir gün. 

Oysa sen beni anlardın biliyorum. Sadece sussam, gözlerine baksam ve hapşırsam... Gülümserdin biliyorum, içinden taştılar gördün mü derdin, sanki bir kaç kelimeyi de avucunla yakalamış gibi, sol elini  havada yumruk yaparak. Bakışında gizli bir cevap olurdu, ben daha sorumu sormadan beliren. Galiba en çok onu özlüyorum. Nasıl oluyor da en mavi hissettiğim günde bile sana varıyor kelimelerim. Oysa sen turuncusun. Hala öyle misin? Gün batımında hafif pembe kızıl bir gökyüzü belirir uzakta, pusludur hani. Sorsan en romantik andır kimileri için. Yaşamayan bilmez öncesini, onun bir öncesi vardır, bilmezler, düşünmezler, görmezler... Güneş turuncu bir top gibidir, sen tam da o turuncunun en kor, en yakıcı halisin. Ateşine düşmedilerse seni tarif bile edemezler. Sen! Hala öyle misin gerçekten?

Yaraları saran zaman, sen söz konusu olduğunda ucu sivri keskin bir bıçağa döner; kanatır yarayı; kabuğu mavi, ama lilaya çalan cinsinden; üstelik irini turuncu biriken. Bir toplu iğne başı gibidir kelimeler bazen, zamanla işbirliği yapıp en beklemediğin zamanda gelir o yarayı bulur, kanatır en derininden, sanırsın ki akacak irin, düşecek kabuk ve güneşin battığı yerden doğacak ay... Bakışların ufka sabitlenmiş beklersin, sanki göğe bakma durağında* yanlışlıkla inmişsin de, gelip seni oradan alacaklarmış gibi umutla gülümseyerek beklersin. Beklerken ağırlaşır göz kapakların, günlerin uykusuzluğu vurur gözbebeklerine, küçülürler... Gözlerini kısarsın, ha uyudun ha uyuyacaksındır... Kafanı çevirecek gücün bile kalmaz.   Kafanı çevirmeyi akıl etmezsen yeni doğan ayı göremezsin, gökyüzünün griye çalan maviliğinde kaybolur tutunduğun turuncu da aniden. Bakarken görmek için daha da uzağını, belki ardını güneşin, ateş basar seni inceden inceden. Uyku misali, gelip geçer aşk; ne zamanıdır, ne de yeri, gelip alacaklar ya seni, açarsın gözlerini açabildiğin kadar. Kapanmasın istersin göz kapakların bir perde misali, duraktasın ya, yüreğinin penceresini ardına kadar açar, uzun uzun göğe bakarsın. Yıldızlar çıka gelir dağılır geceye sere serpe sen gökyüzünde dolunayı ararken. 

Usuldan usuldan bir esinti başlar, durağın kuytusuna çekilirsin, ellerini ceplerine sokar bir türkü tutturursun. Oysa yıldızlara uzatmalısın elini, yıldızlara elini uzatmayı denemezsen, bilemezsin, insan nasıl da özgürleşir ve kurtulur kafasını kemiren düşüncelerden. Bugün günlerden turuncu ve ben alabildiğine maviyim, daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden! 


26 Mayıs 2015

Bir Kahve İçimlik Sohbette Buluşmak Seninle



Beylik lafları seviyorum... Mesela;
Aşk, yaşamın sıradanlığına soylu bir başkaldırıştır.
Peh peh peh!

Mehmet Sungur hoca etmiş bu lafı. Yazdım bir kenara dursun diye. İnsan kendi içinde ve kendine rağmen çıkış kapısı bulamaz bazen. 

***

Geçenlerde instagram hesabımın bir fotoğraf altı yazısında şöyle bir not düştüm bu günlerde yaşadıklarımı anımsatacak. Bilmem seneler sonra okuduğumda bir şeyi ya da o gün o duygu ile yazdığım şeyi ifade edecek mi?

Düşün ki bir mektup gelmiş uzaklardan, adını bile söylerken zorlandığın küçük bir kasabadan. Diyelim ki sen yeni yeni öğrenmekte olduğun dilde okumaya çabalıyorsun ve başında biri sürekli "ne demiş ne anlatmış" diye tepinip duruyor. Mektubu aldığın gibi koşmaya başlıyorsun. Uzağa, koşabildiğin en uzağa koşup, nefes nefese elinde tuttuğun mektuba bakıyorsun. Onu okumak, anlamak ve cevaplamak istiyorsun. Ama nafile bir çaba seninkisi. Zaman alacak okuman, anlaman ve cevap vermen... çok zamanını alacak.
Düşün ki sen bugün elinde olan mektubun hangi dilde yazıldığını bile bilmiyorsun.
***

Yazmanın benim tek kurtuluşum olduğunu, içimi akıtmanın tek yolu olduğunu anlamam uzun seneler evvele dayanır. Aslında bir psikolog tavsiyesi... Bana değil de bir arkadaşıma yapılmış. O hiç yazdı mı bilmem ama ben o günden beri ne zaman başım dara düşse yazarım. 

***

İnsan içi kaynayan bir kazan; komposto yapmak istersin, şekeri fazla gelir, reçel gibi olur, suyu fazla gelir az daha kaynatayım dersin, fazla katılaşır bir işe yaratmak için uğraşır durursun, emeğin boşa gitsin istemezsin. Ama bazen gider. Yapa boza öğrenirsin hayatı. Tam oldu dersin, bir rüzgar eser tersine, bilemezsin ne yöne gideceğini, durursun. Yüzüne çarptıkça bir tokat gibi, daha çok şaşırırsın, o yana bu yana koşturmaya başlar, iyice dağılırsın. Bir sınav daha!

Çuvallarsın. Böyle zamanlarda içinde kaynayan kazandan öfke çıkmaya çalışır, sen bastırırsın. Bir kahve molası istersin, küçük masum bir mola... Denize nazır bir apartmanın altıncı katındaki balkonda ilk günlerin heyecanını kendinde saklı tutan sohbeti böler bir esinti, deniz kokar... hissedersin esintiyi yüzünde, bir de bir damla yağmur düşer yüzüne... hangi buluttan düştüğünü göremediğin o yağmur damlasını seversin. Kurak toprağın bir damla yağmuru çatlağından içine akıtması gibi, yanağından süzülüp, göğüs çatalının çizgisinden süzülen damlanın yüreğinin çatlağından içine girmesine izin verirsin. Kuşlar kanatlanır böyle zamanlarda aşk filmlerinin unutulmaz sahnesinde. 

Günler önce bir kağıt parçasına yazdığın bir satır cümle tokat gibi çarpar yüzüne... İçindeki bütün sesleri susturup, sinersin köşene. İçinde ne var ne yoksa dökersin kelimeleri dost sanıp da kendine... Yazar durursun; boş, anlamsız, parlak ve sessiz beyazlığa... Oysa karanlıkta kalmaktır niyetin, boğulmak ve tüm günahlarından arınıp, içinden yeşil bir umut çıkacağı günü bekleyerek bir ömür gibi uzun, bir saniye gibi kısa bir zaman diliminde düğüm çözülsün istersin. Ocağın altını, tam da zamanında kabarcıklar büyüyüp göz göz olduğunda bir kaç damla limon sıktıktan bir kaç dakika sonra, biri gelip kapatsın istersin. 

Yorulan parmakların, yanık kokan için, bir damla yağmuru kendine çoktan buhar etmiş yüreğinle ve elbette tükenen kelimelerinle... elindeki mektuba bakarsın... Buruşturup atmak istersin, bilmezsin ki o mektup sensin, senin gerçeğin. Ne bileyim belki de son sınavın. 

Sahi insan kaç sınavı geçer de öyle gider ki ölüme! Ki kuşlar kanatlanıyorsa bir sahnede "son" yazısı yakındır bence o filmde.