20 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Ohrid... Sen nasıl bir gölsün anlat bana...


Bitola - Manastır


Saat neredeyse 5 ve yaklaşık 1,5 saatlik bir yolumuz var ama o nasıl bir yol. Nasıl masalımsı, nasıl yağmurlu, çift şerit yol, tüm yol kenarı sarı, pembe çiçekler açmış çalımsı ağaçlar. Harikalar!

Yağmur hızını arttırdıkça, hava da kararmaya devam ediyor. Güneş olsa harika bir manzara ile bizi karşılayacağına emin olduğum Ohrid'de neredeyse akşam yemeğine yetişmiş olacağız. Saat 8 gibi.


***


Makedonya - Ohrid


Yağmur yağıyordu ve hava kararmıştı... Masal kitaplarından çıkmış gibiydi göl yanı başına vardığımızda. Arabayı bıraktık gecenin içinde yağmurun altında,  heykel önü gibi bir yerde bi başına. Ohrid'e vardığımızda üzerimizde günden kalan yaz kıyafetleri vardı.. Hemen yağmurluklar çıktı arabanın bagajından ve şemsiyeler ve ayakkabılar ve çoraplar... Çıkarıldı sandaletler, giyildi tişörtlerin üzerine ince polarlar ve hırkalar. Hazırdık Ohrid'in gecesine, yağmuruna... Koşar adım yürümeye başladık o anlatıla anlatıla bitirilemeyen yemeklerine kavuşmak adına. 

Gölün kenarında gece karanlığı tam da çökmemişken çektik bir kaç kare fotoğraf en ıslak gezginlerdik o sıra. Gezi tekneleri son yolcularını bıkakırken limana bir "ah" geçti üzerimizden karşıki dağlara çarparcasına. Görmemişin damadı, gelini gibiydik bir parça; Ohrid bize kucak açtığında. 

Hızlıca daha önceden işaretlenen restorana yöneldik. Bizden önce gelen grup rezervasyon yaptırmıştı tüm masaları, bir parça duraksadık kapıda. Ben biraz buruldum ama öyle güzeldi ki, ıslak taşları parıl parıl parlayan eski kent ve  sokaklarındaki dükkan ışıklarının renkleri, kapılı verdim yansımalarına. 

Babam en önden gidiyordu, benim adam onun ardından, annemle ben en en en arkadan. Babam buldu bir yer eski kente nazır. "Burası" dedi. Oturduk. Önce  ev yapımı kırmızı şarap geldi bir litrelik karafla. 


Göl balığı söyledik denemekten yılmayanlara, içi üşüyenlere birer çorba ve sonradan gurme bana da yerel bir lezzet denemek kaldı ki... Oh mis... Bir Cem Yılmaz parodisi gibi, "in to the middle" repliği ile geldi istediğimiz şeyler masanın ortasına. Kız gülümsüyordu her seferinde, hep aynı soruyla; bu da mı ortaya. Evet, salata da ortaya! 

Buraya kadar sorunsuz geldik maşallah kadehi kaldırdık ilk önce ekibin şerefine, sonrası  afiyetli bir sohbetle damak zevkini geliştirmeye kaldı. Tesadüfi bir keyifti bizimkisi... Tesadüfi ve tek kelime ile muhteşem!





Ah o damaktan tadı lezzeti uzun süre gitmeyen çömlek kebabı... Nasıl bir şeysin sen. Nasıl özelsin. Nasıl kazındın damak zevkimin en gelişmiş noktasına. Nasıl da tavsiye edeceğim seni Ohrid'e yolu düşen her dostuma. Adın gibiydi lezzetin, "damar"dı kısaca. 



Damağımız şenlenip, yorgunluğumuzu üzerimizden atınca, kalktık eski kentin sokaklarında dolaşmaya. Kalacağımız yer Ohrid'in merkezinden 6 km dışında, bir yandan düşünüyoruz ne yapsak dönsek mi diye, bir yandan yürümek istiyoruz eski kentin sokaklarında. Yol yorgunluğu attığımız her adımda kendini hatırlatınca, bir sonraki sefere kalsın göremediklerimiz deyip, çıktık yeniden yola. 

Çık çık bitmeyen karanlık bir yol ve yükseliyoruz gölün semalarına. Öyle karanlık ki, basıyor gene beni "acaba yanlış mı rota"... Sonradan görüverdim, "Velestovo House" yazan duvarı uzakta ve kapıda bekleyen iki güleç yüzü karşımda. İçimden yükselen bir "oh" sesi ve harika bir yerde konaklama yapacağımız düşüncesi ile indik hep birlikte arabadan, yerleştik en şahane manzaralı odalara. Temiz mi temiz, zevkli mi zevkli bir ev havasında, tavsiye edilesi, keyif için en az iki gece kalınası mekana. 

Sabah içtima saat 6:00'da. Kalkınca gördüğümüz manzara... Ah keşke bir gece daha kalsaydık dedirtti burada. Oysa yol uzun, yol karmaşık, yol çetrefilli... Arnavutluk transit geçilecek bu defa, yol ile ilgili söylenenler çok çok fena. 

Göreceğiz, her söylenen doğru mu oluyor sonunda!




Bir sonraki yazı: Karadağ... Beni unutun burada!









17 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Selanik - Karmaşık Duygular


20 Mayıs 2016 / Cuma


Panagia 

İlk eski şehrimiz oluyor. Kavala'dan ayrılmadan; bir gece önce gördüğümüz kaleye ulaşmak için gidiyoruz burna. Kavala sadece buradan oluşsa ne güzel olurmuş dedirtiyor, tabi ki bu naif bir dilek olarak kalacak.

Her coğrafyanın eninde sonunda kaderine yenik düştüğü sayısal birikme ve betonlaşarak değişme bu coğrafyayı da ele geçirmiş gözüküyor. Kaleden şehre son bir kez bakıp, kayboluyoruz Panagia'nın ara sokaklarında.

***
Sabah erkenden kaldığımız Hotel Europa'dan ayrılıyoruz. Eski şehir Panagia'nın dar sokaklarında kayboluyor ve en sonunda "haydi" çanını çalıyoruz. Yolcu yolunda gerek. Bugün farklı bir şehir ziyaret edeceğiz, ardından bir ülke geçişi var ve asıl hedef olan Ohrid'den önce uğranacak bir başka şehir. Yolculuk yaklaşık 7 saat sürecek: rota sorunsuz, su gibi akıp geçmemiz lazım ama yol bu. Bizi nelerin beklediğini henüz bilmiyoruz. Bugün yağışlı bir gün. Gezi boyunca 2 ya da 3 kez yağmura yakalanacağız gibi. En azından notlarımız bize bunu söylüyor. 

Kavala'yı geride bırakıp otoban üzerinden Selanik istikametine devam ediyoruz. Arada sahil tarafı gölümüze el sallasa da ve hatta cazibesine kapılıp insek de gene dönüp dolaşıp otobana çıkıyoruz. Sabahın erkeni yola çıkınca yaklaşık 1,5 saat sonra, 11 gibi Selanik'e varıyoruz. 

Selanik

Büyük, kalabalık ve kaotik bir şehir Selanik. Ziyaret etmeyi planladığımız tek yer var. Sonrasında araba ile sahilde bir tur atıp, Makedonya sınırına doğru yol alacağız. Akşam Ohrid'de güzel bir yemek yemek bizim havucumuz. Navigasyonda "Atatürk Evi Müzesi" işaretlemesinden sonra elimizle koymuş gibi buluyoruz, buluyoruz bulmasına da öylesine kalabalık ki, tur otobüsleri nedeniyle arabayı bırakacak bir yer bulamıyoruz. Bir kaç sokak öteye geri dönüyor, arabayı park edip, Selanik sokaklarında dolaşıyoruz. Kendimizi yaşadığımız büyük şehirlerin kaosunda bulsak da, yürümek iyi geliyor. 

Atatürk'ün doğduğu ev bugün müze olarak ziyaretçilere açık. İnternet sağolsun, hepimiz birer yerel rehber oluveriyoruz bir tuş ile. Yol öncesi edinilen notlar aktarılıyor her zamanki gibi: 

"Atatürk Evi Müzesi, yaygın görüşe göre Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 1881 yılında dünyaya geldiği yer olan ve bugün müze olarak kullanılan Selanik'teki evidir. Selanik Belediyesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümü vesilesiyle 1933’te evi satın alıp Mustafa Kemal Paşa’ya hediye etmeye karar vermiş; satın alma işlemleri tamamlanıp hediye edilmesi 1937’de gerçekleşebilen ev 1953’te müze olarak açılmıştır" vikipedi

Biz biraz geç gidince bir bakıyoruz ki, babam evin merdivenlerinde elinde de Türk Bayrağı var. Hemen eşim de gidiyor yanına, bizden önce gelen kafile akıl etmiş bayrağı, bize de fotoğraf için vermişler. Biz de bir başkasına devredip, içeri giriyoruz. Tüylerim o kapıdan içeri girer girmez kabarıyor. Garip bir duygu seli gelip gözkapaklarıma dayanıyor. Çevremde kim varsa, herkes benzer duygular taşıyor. Gezip çıkmak üzere olanlarda hep bir iki damla gözyaşı.




Bir odaya kafamı uzatıyorum. Annesi içeride oturuyor, gidip ellerinden öpesim var. Öyle garip bir duygu. Anı fotoğrafları için çalışan parmaklar ve fotoğraf makinelerinden çıkan  mekanik sesler dışında neredeyse çıt çıkmıyor, huşu denen şey bu olsa gerek.






Bir başka odada babam Atatürk ile sohbet eder gibi; onu o halde görünce duraksıyorum. Belli ki söyleyecek çok sözü var, uzun süre ayrılamıyor o noktadan. Müze güzel harmanlanmış, yazılar, fotoğraflar, mumyalar... Okuyoruz, yürüyoruz, acılı bir hüzün kaplamış her birimizi. Evin inanılmaz bir enerjisi var. Bunu attığınız her adımda hissediyorsunuz. 



Çıkışta bir kahve molasını hak ettik. Duyguları sindirip, yola devam etmek lazım, trafik giderek kitleniyor. Ana arterlerden birinden sahile inip gitmeyi planlıyoruz. Oturduğumuz cafenin wifi şifresi ile bir kez daha bakıyorum yola. İlerden üçüncü sağ sokaktan aşağıya ineceğiz. Sonrası bizi şehrin çıkışına kadar götürecek. 

Trafik içinden çıkılmaz bir halde. Neredeyse hiç ama hiç kımıldamıyoruz. 1 saatten fazla bir süre şehrin içinde dura kalka gittikten sonra, saat 13.30'da Selanik'i geride bırakmayı başarıyoruz. 

Rotamızı planlarken Edassa üerinden gitmeye karar veriyoruz. Yaklaşık 3 saat sonra Bitola - Manastır'da olmayı hedefliyoruz. Edessa'yı geçer geçmez dere kenarında bir tesiste mola veriyoruz. Kahveler, çaylar içilip, nefesler tazelenince yağan yağmurla birlikte yola devam ediyoruz.




Yaklaşık bir on dakika sonra attığım çığlıkla arabayı kenara çekiyoruz. Yanlış yöne gidiyoruz, elektronik tüm aletler aynı şeyi gösteriyor. Bir kez daha bakıp tamam o zaman diyoruz, teknolojik akıllı aletlerin çizdiği rotaya göre bir 6 km. geriye gitmemiz ve orada yol ayrımından sola devam etmemiz gerekiyor. İç sesimiz bunun böyle olmadığı konusunda diretse de, yolda bir karar vermek gerek ve biz teknolojiye güvenmeyi seçiyoruz. 

Geriye dönüyoruz ama hislerimiz sürekli aynı şeyi söylüyor, sanki bir önceki yol daha "ana yol"du. Bir süre sonra hislerimizin bizi yanıltmadığını anlıyoruz. Dağa doğru tırmandıkça, yol daralıyor ama manzara muhteşem bir hal alıyor, "google map"ten kontrol edince, göllerin üzerinden geçtiğimizi anlıyoruz. Oysa göllerin alt kısmında kalan yol bir vadiyi takip ediyor. Bir süre sonra manzaranın keyfini çıkarıyoruz, hava gri ve yağmurlu. Yaklaşık bir saat sonra o yolla bu yol birleşecek, yeşile kendimizi bırakıp, tek tük geçen araçlara seviniyor ve sonunda Siteria'ya varmadan asıl gelmemiz gereken yolla birleşen yol üzerinden Nikki'ye doğru devam ediyoruz, sınıra az kaldı neredeyse 1 saat sonra yeni bir ülke yeni bir şehir. 

Bitola - Manastır

Makedonya'nın ikinci büyük şehri. Bizim açımızdan önemi ise; Atatürk'ün Manastır Askerî İdadisi’nde okumuş olması. Arabayı merkezde bir otoparka bırakıp yürümeye başlıyoruz. Meydana vardığımızda, bir kilise, iki cami ve heykelden oluşan silueti ile şehir bizi kucaklıyor. Bir kaç kare fotoğraf çekip, müzeye doğru gidecekken, yağmur inceden inceden bulutlardan selam ediyor. Müzeye doğru hızlanan adımlara eşlik eden yağmur damlaları ile artık ıslanmaya başlıyoruz.




Islanırken gülen, hatta kahkaha atan kaç aile vardır bilinmez ama bir halimize çok gülüyoruz. Arabada 3 yağmurluk, 3 şemsiye olmasına rağmen biz günlük güneşlik bir havada yürüyüşe çıkmış gibiyiz. Islanmaktan öte köy yok deyip, müzeye varıyoruz. Bugün ikinci kez benzer duygu yoğunluğunu yaşıyoruz. Annem ve babam anı defterine yazacaklarını kararlaştırırken bir fotoğrafa dalıp gidiyorum. Kadınların zarifliğine ve şıklığına, adamların beyefendiliğine hayran hayran bakıyorum. 

Balkanları gezerken yaşanacak bir sıkıntı ile burun buruna kaldığım otoparkta çat pat Türkçe konuşan bir çingene, babamlardan bir euroyu koparırken benim o yağmurda çarşıya geri dönüp para bozdurmam gerek. Oysa park ettiğimiz yerden sağa değil de sola dönsek ne duvar ne bariyer var ama biz gene de kapıdan çıkalım istiyoruz. Kapı görevlisi euro ile yapacağım ödemeyi kabul etmiyor, hatta Nuh bile demiyor. Tartışmak anlamsız ve yağmur şiddetini her saniye daha da fazlalaştırıyor. Hepi topu bir euro olan otopark ücretini ödeyebilmek için çarşıya gidip döviz bürosu buluyorum. En küçük kağıt param olan 5 euroyu uzatıyor ve 307 mekadon denarı ile otoparka dönüyorum. Otopark görevlisi mutlu mesut 65 denarı aldıktan sonra "iyi yolculuklar" diliyor.

Saat neredeyse 5 ve yaklaşık 1,5 saatlik bir yolumuz var ama o nasıl bir yol. Nasıl masalımsı, nasıl yağmurlu, çift şerit yol, tüm yol kenarı sarı, pembe çiçekler açmış çalımsı ağaçlar. Harikalar!

Yağmur hızını arttırdıkça, hava da kararmaya devam ediyor. Güneş olsa harika bir manzara ile bizi karşılayacağına emin olduğum Ohrid'de neredeyse akşam yemeğine yetişmiş olacağız. Saat 8 gibi.



Bir sonraki yazı: Ohrid... Sen nasıl bir gölsün anlat bana...




























09 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu / Yunanistan

19 Mayıs 2016 Perşembe / Sabah 06:30

İlk durağımız olarak belirlediğimiz Yunanistan'a doğru yola çıkacağız. Aylar öncesinden başlayan hazırlıklar son kez kontrol edildi bir gece önceden. Balkanlarda kendi arabamız ile yapacağımız yolculuk boyunca bazen 4, bazen 7, bazen 5 kişi olacağız. Bu "bazen"lerin hepsinde farklı bir mutluluk ve heyecan yaşayacağımız kesin. 

Yolculuk öncesi onca okuduğum blog, yorum, rota önerisi harmanından yarattığım "yalın" tur programı beni strese sokmuyor değil. Bu bir deneme, hayale açılan bir kapı... Dile kolay, yaklaşık 4000 km ve 13 gün bir araba tepesinde neredeyse her sabah farklı bir ülkeye uyanacağımız bir "tatil" planladık: Annem, babam, ben ve sevdiğim adam... Herkes "yol" heyecanının farklı bir ucunu tutmuş, hepimiz "yolcu" olmanın keyfini çıkarıyoruz,  her birimiz "yolculuk"la ilgili farklı haller içindeyiz: ruhumuz yüzümüzde, hareketlerimizde. Dilek tek: her şey yolunda gitsin. 

Bir gece önce yapılan son rota incelemesinde kararımız ağırlıklı olarak Lapseki üzerinden karşıya geçip, İpsala kapısına yönelmek. Normalde İpsala geçişi 15 dakika falan sürüyor, 19 Mayıs nedeniyle hadi sürsün bir saat diye kendi aramızda konuşurken, Çardak iskelesine yöneltti usta şoför aracı, karar ne de doğru, son bir araçlık yer kalmış, önümüzdeki tır sığamayacağına göre geçiş önceliği bize veriliyor. Çocuklar gibi şeniz. Niyeyse...  

Feribotta çay içerken, babam anlatıyor: "Buralar hep dutluktu" Yok yok, şaka, ne anlatıyor bilmiyorum ama heyecanı görülmeye değer. Annemle feribot demi çaylarımızı yudumlarken, "hayatımıza anlam katan" adamları çekiştiriyoruz. Kadın milleti işte!



Karşı kıyıya vardığımızda anlıyoruz ki, araba ile seyahat eden epeyce bir "türk" var. Güneyli, Kavakköy, Keşan derken, İpsala kapısına da yaklaşmışken, tek şerit 8 km'lik bir "kuyruk" ile burun buruna geliyoruz. Geçiş sanki "bir saatlik bekleme" ile çözülebilecek bir şey değil. Yol üstü dedikoduları öyle hızlı gündem değiştiriyor ki, başımız 1 saatin sonunda ağrımaya başlıyor. Köprüyü kapatmışlar, geçiş vermiyor Yunanlı, bir de kriz var diyorlar, açsanıza kapıları sonuna kadar, biz geliyoruz para akıtacağız cümleleri arabanın camından süzülerek de olsa giriyor. Kitap okuyor, uyuyor, yürüyüş yapıyor, tuvalet arıyor, geçen motosikletli grupları inceliyor, bisiklet ile Yunanistan yapacak bir gençle sohbet ediyor, bir daha yürüyor, bir daha kestiriyor, bir kez daha tuvalete gidiyor, aralarda bolca çerez yiyip kabak çekirdeği çıtlatıyor, çocukların peşine koşan anneler ile, tartışan bir çifte tanıklık ediyor, altına yapan ufaklığı sakinleştirmek için 5 kişilik araban inen 8 kişiye hayretle bakıyor ve sonunda tahminimizin çok ötesinde neredeyse 5 saat sonra; mevcut kabak çekirdeğini de yarıya indirmiş olarak;  "gerekli evrakları" sınırdaki görevlilere kontrol ettirip, ilk ülke, ilk şehir için sabırsızlıkla yola devam ediyoruz. 

Yeşil... 

Bu yolculuğun renginin yeşil olacağının henüz farkında değiliz. Kokusunun herhangi bir parfüm olmayacağı kesin. Bunu duty free'deki parfüm denemesi sonucunda kesin kez anlıyoruz. 

Ihlamur...

Evet! Bu yolculuğun kokusu kesinlikle ıhlamur. Çiçekteler ve her yerdeler. Ama her yerde.

İlk durak: Alexandroupoli - Dedeağaç

Sınırdan geçişten kısa bir süre sonra ki bu algı ile de ilgili olabilir, 5 saat durağan bir süreçten sonra 40 dakikalık bir yol, insanda 5 dakika sonra Dedeağaç'a vardım hissi uyandırabiliyor. 5 ya da 40 fark etmiyor, ilk durağımıza geldik ve denize nazır bir noktada arabayı bırakıp, yürüyoruz. Karnımız aç ama bulduğumuz ilk yerde yiyecek kadar değil.  Annem ve ben sağolalım; arabada bir valiz de yiyecek var, ne olur ne olmaz, yaban ellerde açlıkla sınanmayalım diye. Önemli bir kısmını sınır kapısı geçişinde telef etsek de 3 gün aç kalmayız. Kesin!




Dedeağacı gezip, fener önü hatıra fotoğrafını çekip, biraz ilerideki cafelerde soluklanınca bir de üzerine "gelato" yiyip serinleyince yola çıkmaya hazırız. Bir sonraki durak  Komotini - Gümülcine... Kısa bir araba turu yapıp Gümülcine'den ayrılıyoruz. Xanthi - İskeçe notlarımın arasında olmasına rağmen, biraz da kapıda kaybettiğimiz 5 saat nedeniyle, bir sonraki tura kalmasına karar veriyoruz. 

Καβάλα - Kavala

Akşam güneşi ile Kavala'dayız. Otelimiz merkezden sadece 1 km uzakta. Eşyaları otele bırakır bırakmaz kendimizi dışarı atıyoruz. Sahilde kısa bir yürüyüş ve elbet de balık - uzo yapmak niyetindeyiz. 


Günü çerezle, bekleyişle, kuru kayısı ve meyveyle arada kırık kırak galetalarla geçirmiş bir grup yolcudan daha aç bir tavır beklenemez herhalde; adımlar hızlı, gözler keyifli bir mekan bulmak için kısılmış. 

Otelin tavsiyesi ile gidilen mekan pek sarmayınca grubu, hissi kablel vuku ile mavi örtülü, 10 masalı bir mekan bulup keyfini çıkarıyoruz. İtiraf etmeliyim ki, kalamar daha önce İzmir Güzelyalı'da yediklerimizin yanına bile yaklaşamaz, bilmem uzo'dan bilmem lezzetli deniz balığı ve mezelerden kısa sürede enerjimiz yerine geliyor, ilk günün yorgunluğunu atmak üzere otele yürüyerek dönerken, şehrin adını ile anılan kurabiyelerden alıyoruz, hepimizde bir gülümseme ve dilimizde "iyi ki"li cümleler var. 

Sabah harika bir kahvaltıya gözümüz açıyoruz. Eski kaşar, siyah zeytin, mis gibi çay kokusu... Yüzlerdeki gülümsemeler sabitlenmiş gibi. Gözler hep ışıl ışıl. Günaydınlar, dinlendinmiler havada uçuşuyor. Sabahın erken kuşları korosundan çeşit çeşit "güzelliğe", "iyiliğe","mutluluğa", "şükre" dair cümleler sıralanıyor. 

Şükür

Bu yolculuğun ilk üç kelimesinden biri... Neredeyse,, tüm yolculuk boyunca gün içinde tekrarlanan bir dua gibi aynı zamanda. 

Sakinlik

Benim adamın hayatta durduğu nokta. Tahmin edileceği üzere sıklıkla bana söylenen ilk üçün birinciliğine oynayan "sihirli" kelime. Genetik yatkınlığı "heyecan" ve "telaş" olan bir aileden yeter miktarda ben de nasibimi almışım. Bir de benden 3 tane olunca arabada; sıklıkla davet etmek gerekliliği hissediyor; sesini, gülüşünü, tavrını sevdiğim adam bizleri "sakinliğe" belki de sırf bu nedenle mucizevi bir şekilde "yolunda" gidiyor her şey.  

Yolcu yolunda gerek deyip topluyoruz valizleri; valizlerin bagaja yerleştirilmesi her seferinde bir seremoni ve üstelik bunun daha sonraki günlerde ne kadar karmaşık hale gelebileceğini henüz bilmiyoruz. Şimdilik mesuduz. 



Panagia 

İlk eski şehrimiz oluyor. Kavala'dan ayrılmadan; bir gece önce gördüğümüz kaleye ulaşmak için gidiyoruz burna. Kavala sadece buradan oluşsa ne güzel olurmuş dedirtiyor, tabi ki bu naif bir dilek olarak kalacak.

Her coğrafyanın eninde sonunda kaderine yenik düştüğü sayısal birikme ve betonlaşarak değişme bu coğrafyayı da ele geçirmiş gözüküyor. Kaleden şehre son bir kez bakıp, kayboluyoruz Panagia'nın ara sokaklarında.




Bir sonraki yazı: Selanik - Karmaşık duygular...







08 Haziran 2016

3884 km ve Balkanlarda Araba ile 4 + 1 Yolcu




Geçen yıl bu zamanlarda can dost ve çekirdek ailesi ülke değiştirince 

bize de hayal kurmak kaldı. 

Hepi topu 805 km. olan yolu, hazır yola çıkıyoruz deyip; 

3884 km. yapmaya karar verdik. 

Böyle başladı yol hikâyemiz. 

Yakını uzak ederek. 

Instagram'da #yolda2yolcu ve #balkanlarda4yolcu etiketleri ile yayınladığım 

fotoğraflardan oluşan "araba ile balkanlar" turu, 

bir yazı dizisi olacak elbet de, dilerim yakın zamanda olur. 

Bu fotoğraf Budva'nın eski kentinden. 


Haziran ayı bitmeden görüşmek dileği ile...















10 Mayıs 2016

Yüreğin Kadar Kork Benden




Aslında bir kuş gibi özgürdük, kanadımız incinmeden önce. 
Sonra tutunmayı öğrettiler bize, dikili bir ağaç sanıp kendimizi, saldık köklerimizi toprağa.
Oysa çırpınmak var doğamızda. 
Böyle kırıldı tek kanadımız, yani boşuna! boşu boşuna çırpındıkça. 


Kulağımda kuş sesleri, doğudan batıya...
Düşüncelerim derin, köklerim boyunca.

Kanatlarımda bir sızı
Kanatlarımda bir ağırlık
Kanatlarım
Kanadıkça
Köklerimden kopup
Eğiliyorum toprağa
Şefkatin kadar sev beni
Yüreğin kadar kork benden

Uçuyorum ben sessizliğin girdabında
Uçuyorum ben sensizliğin girdabında



03 Mart 2016

Yollara Düşmek ve Kanser İlişkisi

Bugün bir haber okudum.  Başlığı şöyleydi:

Kanser teşhisi konunca 90 yaşında yollara düştü


Hep düşünmüşümdür; bir gün kanser olduğumu öğrensem ne yaparım diye, aslında bir film ile bunu düşünmeye başlamıştım: Bucket List 

İnsan en çok yapmak istediği şeyi yapabilmek için neden öleceği haberini bekler ki... Zaten öleceksek beklediğimiz tam olarak ne?

***

Kafam karışık uyandığım sabahlarda yazmak isteği ile dolup taşıyorum. Defalarca anlamama rağmen pratikte yazmak eyleminin "tedavi" kısmı beni cezbediyor. 

Yazarken düşünmüyorum, düşünmediğim için üzülmüyorum, üzülmediğim için sıkılmıyorum, sıkılmadığım için kaçmak istemiyorum. 

***

Dün bir mail attım, cevap " ben sende neyi temsil ediyorum kim bilir" oldu. 

Düşündüm,  neydi onu aklıma düşüren, neydi; kalemi kağıdı alıp da yazma isteği uyandıran, peki ya o liman... neydi ona sığınmama neden?

***

Çözümsüzlük

***

Onca kelime yazıp sildim şu yukarıdaki boşluğa; boşluk dahil. En sonunda çözümsüzlük yazınca fark ettim ki, içimde ılık bir his dolandı, tanıdık bir kelime. 

***

İnsan yaşamı boyunca yüzlerce kez çözümsüz kalıyor, ille bir çıkış yolu buluyor elbet, bulamayan zaten nefesini daha fazla tüketmemeyi seçiyor ki bence zor bir seçim: kendi rızanla göçüp gitmek bu dünyadan.

Bir çözülmeyeni bir bilenmeze teslim etmek. Tuhaf!

***

Şair ne güzel diyor;

“Şimdi” ve “Burada” olmanın kederine karşı çıkmadım.*

Belki de formül; şimdi ve burada olmanın verdiği kedere, kısa bir zaman önceki şimdi ve burada olmanın verdiği mutlulukla karşılık vermektedir ve belki az sonra karşılaşılacak olan şimdi ve burada olmanın verdiği umutla! Mantıklı da geldiyse bu romantik çözüm pek ala da kabul görür.

***

Çünkü insan vazgeçtiklerinin onun hayatına neler getirmiş olabileceğini asla deneyimleyemez.

***

Ayrıca insan yollara düşmek için neden ölümcül bir hastalık beklesin ki değil mi ama? En fazla baharı bekler insan... Üstelik baharda her şey yenilenir, tazelenir...

Öyleyse yola çıkalım, yoldan çıkalım daha fazla kedere kapılmadan.











* Birhan Keskin






07 Şubat 2016

Hayallerindeki eşi karşılarında buldular!

Antalya Migros AVM, sanal gerçeklikle hayallerinizdeki kişiyi gerçeğe dönüştürüyor. 


Bir boomads advertorial içeriğidir.

17 Ağustos 2015

Bulut Geçer Gözyaşları Kalır Çimende*

Bugün sanki biraz maviyim. Daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden ama... Bir tartışma ortamında, lila rengi iddiasında bir büyük kaybetmeyi göze alacak kadar. Anlatamıyorum değil mi? Zaten ne zaman içimde kelimeler birikse, anlatamam. Bugün öyle bir gün: anlatamadığım, maviye çalan lila rengi bir gün. 

Oysa sen beni anlardın biliyorum. Sadece sussam, gözlerine baksam ve hapşırsam... Gülümserdin biliyorum, içinden taştılar gördün mü derdin, sanki bir kaç kelimeyi de avucunla yakalamış gibi, sol elini  havada yumruk yaparak. Bakışında gizli bir cevap olurdu, ben daha sorumu sormadan beliren. Galiba en çok onu özlüyorum. Nasıl oluyor da en mavi hissettiğim günde bile sana varıyor kelimelerim. Oysa sen turuncusun. Hala öyle misin? Gün batımında hafif pembe kızıl bir gökyüzü belirir uzakta, pusludur hani. Sorsan en romantik andır kimileri için. Yaşamayan bilmez öncesini, onun bir öncesi vardır, bilmezler, düşünmezler, görmezler... Güneş turuncu bir top gibidir, sen tam da o turuncunun en kor, en yakıcı halisin. Ateşine düşmedilerse seni tarif bile edemezler. Sen! Hala öyle misin gerçekten?

Yaraları saran zaman, sen söz konusu olduğunda ucu sivri keskin bir bıçağa döner; kanatır yarayı; kabuğu mavi, ama lilaya çalan cinsinden; üstelik irini turuncu biriken. Bir toplu iğne başı gibidir kelimeler bazen, zamanla işbirliği yapıp en beklemediğin zamanda gelir o yarayı bulur, kanatır en derininden, sanırsın ki akacak irin, düşecek kabuk ve güneşin battığı yerden doğacak ay... Bakışların ufka sabitlenmiş beklersin, sanki göğe bakma durağında* yanlışlıkla inmişsin de, gelip seni oradan alacaklarmış gibi umutla gülümseyerek beklersin. Beklerken ağırlaşır göz kapakların, günlerin uykusuzluğu vurur gözbebeklerine, küçülürler... Gözlerini kısarsın, ha uyudun ha uyuyacaksındır... Kafanı çevirecek gücün bile kalmaz.   Kafanı çevirmeyi akıl etmezsen yeni doğan ayı göremezsin, gökyüzünün griye çalan maviliğinde kaybolur tutunduğun turuncu da aniden. Bakarken görmek için daha da uzağını, belki ardını güneşin, ateş basar seni inceden inceden. Uyku misali, gelip geçer aşk; ne zamanıdır, ne de yeri, gelip alacaklar ya seni, açarsın gözlerini açabildiğin kadar. Kapanmasın istersin göz kapakların bir perde misali, duraktasın ya, yüreğinin penceresini ardına kadar açar, uzun uzun göğe bakarsın. Yıldızlar çıka gelir dağılır geceye sere serpe sen gökyüzünde dolunayı ararken. 

Usuldan usuldan bir esinti başlar, durağın kuytusuna çekilirsin, ellerini ceplerine sokar bir türkü tutturursun. Oysa yıldızlara uzatmalısın elini, yıldızlara elini uzatmayı denemezsen, bilemezsin, insan nasıl da özgürleşir ve kurtulur kafasını kemiren düşüncelerden. Bugün günlerden turuncu ve ben alabildiğine maviyim, daha çok unutma beni çiçeğinin mavisinden! 


26 Mayıs 2015

Bir Kahve İçimlik Sohbette Buluşmak Seninle



Beylik lafları seviyorum... Mesela;
Aşk, yaşamın sıradanlığına soylu bir başkaldırıştır.
Peh peh peh!

Mehmet Sungur hoca etmiş bu lafı. Yazdım bir kenara dursun diye. İnsan kendi içinde ve kendine rağmen çıkış kapısı bulamaz bazen. 

***

Geçenlerde instagram hesabımın bir fotoğraf altı yazısında şöyle bir not düştüm bu günlerde yaşadıklarımı anımsatacak. Bilmem seneler sonra okuduğumda bir şeyi ya da o gün o duygu ile yazdığım şeyi ifade edecek mi?

Düşün ki bir mektup gelmiş uzaklardan, adını bile söylerken zorlandığın küçük bir kasabadan. Diyelim ki sen yeni yeni öğrenmekte olduğun dilde okumaya çabalıyorsun ve başında biri sürekli "ne demiş ne anlatmış" diye tepinip duruyor. Mektubu aldığın gibi koşmaya başlıyorsun. Uzağa, koşabildiğin en uzağa koşup, nefes nefese elinde tuttuğun mektuba bakıyorsun. Onu okumak, anlamak ve cevaplamak istiyorsun. Ama nafile bir çaba seninkisi. Zaman alacak okuman, anlaman ve cevap vermen... çok zamanını alacak.
Düşün ki sen bugün elinde olan mektubun hangi dilde yazıldığını bile bilmiyorsun.
***

Yazmanın benim tek kurtuluşum olduğunu, içimi akıtmanın tek yolu olduğunu anlamam uzun seneler evvele dayanır. Aslında bir psikolog tavsiyesi... Bana değil de bir arkadaşıma yapılmış. O hiç yazdı mı bilmem ama ben o günden beri ne zaman başım dara düşse yazarım. 

***

İnsan içi kaynayan bir kazan; komposto yapmak istersin, şekeri fazla gelir, reçel gibi olur, suyu fazla gelir az daha kaynatayım dersin, fazla katılaşır bir işe yaratmak için uğraşır durursun, emeğin boşa gitsin istemezsin. Ama bazen gider. Yapa boza öğrenirsin hayatı. Tam oldu dersin, bir rüzgar eser tersine, bilemezsin ne yöne gideceğini, durursun. Yüzüne çarptıkça bir tokat gibi, daha çok şaşırırsın, o yana bu yana koşturmaya başlar, iyice dağılırsın. Bir sınav daha!

Çuvallarsın. Böyle zamanlarda içinde kaynayan kazandan öfke çıkmaya çalışır, sen bastırırsın. Bir kahve molası istersin, küçük masum bir mola... Denize nazır bir apartmanın altıncı katındaki balkonda ilk günlerin heyecanını kendinde saklı tutan sohbeti böler bir esinti, deniz kokar... hissedersin esintiyi yüzünde, bir de bir damla yağmur düşer yüzüne... hangi buluttan düştüğünü göremediğin o yağmur damlasını seversin. Kurak toprağın bir damla yağmuru çatlağından içine akıtması gibi, yanağından süzülüp, göğüs çatalının çizgisinden süzülen damlanın yüreğinin çatlağından içine girmesine izin verirsin. Kuşlar kanatlanır böyle zamanlarda aşk filmlerinin unutulmaz sahnesinde. 

Günler önce bir kağıt parçasına yazdığın bir satır cümle tokat gibi çarpar yüzüne... İçindeki bütün sesleri susturup, sinersin köşene. İçinde ne var ne yoksa dökersin kelimeleri dost sanıp da kendine... Yazar durursun; boş, anlamsız, parlak ve sessiz beyazlığa... Oysa karanlıkta kalmaktır niyetin, boğulmak ve tüm günahlarından arınıp, içinden yeşil bir umut çıkacağı günü bekleyerek bir ömür gibi uzun, bir saniye gibi kısa bir zaman diliminde düğüm çözülsün istersin. Ocağın altını, tam da zamanında kabarcıklar büyüyüp göz göz olduğunda bir kaç damla limon sıktıktan bir kaç dakika sonra, biri gelip kapatsın istersin. 

Yorulan parmakların, yanık kokan için, bir damla yağmuru kendine çoktan buhar etmiş yüreğinle ve elbette tükenen kelimelerinle... elindeki mektuba bakarsın... Buruşturup atmak istersin, bilmezsin ki o mektup sensin, senin gerçeğin. Ne bileyim belki de son sınavın. 

Sahi insan kaç sınavı geçer de öyle gider ki ölüme! Ki kuşlar kanatlanıyorsa bir sahnede "son" yazısı yakındır bence o filmde. 








28 Nisan 2015

Sakızadası'nda Bir Öğle Vakti

Aslında niyet bir yere kaçmaktı. İki günlüğüne de olsa, başka bir hava soluyup, farklı yemeklerin tadına bakıp,  komşunun yüksek alkollü Uzo'sundan yudumlayıp kafayı bulmaktı. Özetle şöyle desem olur herhalde: Aradığımızdan fazlasını bulduk. 

Sevgilim Bay H. eşim olduğunda bana bir söz verdi: Çok gezeceğiz, öyle çok gezeceğiz ki, sonunda biraz da evde otursak diyeceksin. Bir gün der miyim acaba?

24 Nisan'ın Cuma'ya denk gelmesi 4 günlük tatil demekti bizim için. Yakında bir yer arayışı bizi önce aile yanı Çeşme'ye -ki en sevdiğimiz zamandır sezon dışı- sonra da Sakız'a yöneltti. Sabah akşam feribotlarla ve günlük vize ile gidilebilen Sakız adasında tek gece konaklamaya karar verdik. İyi ki... ve keşke iki gece konaklasaymışız dedik ayrılırken. 

Booking.com ve daha önce seyahat etmiş bloggerları incelemem sonucunda kalınacak bölge olarak Kambos'a karar verdim. Venetis House keyifli gözüküyordu. Şehirden uzak, sessiz, sakin, portakal ve limon bahçelerinin arasında şirin bir aile işletmesi. Üstelik bisiklet de vardı. Yerleri ayırttım. Feribot biletlerini Ertürk Hızlı Feribottan aldım ve bir araba kiraladım. Adanın güneyini ve kuzeyde terk edilmiş bir köyü gezebilecek şekilde bir plan yaptım. Annemler biz de gelelim deyince, onlara da Voulamandis House'dan bir oda ayarladım. 

Nisan ayı nedense bu yıl baharı falan müjdelemiyordu. Sabah kalktığımızda fazla baharlık üstümüzü, kat kat lahana modeli ile mevsime uygun hale getirerek yola çıktık. Keyifli bir 20 dakikalık yolculuk sonunda Sakız limanına indik. Arabamızı aldığımız gibi vurduk kendimizi yollara. Önce kalacağımız yerleri bulduk. Kambos bir köy aslında ve daracık sokakları ve labirenti andıran yapısı ile harita ile yol bulmak neredeyse bir macera. Neyse ki Google Map ile bulduk evlerimizi. Akşam yemek için belirlediğim yer dışında bir yer önerisi yapan Bay Voulamandis ile bir de harita üzerinden belirlediğim gezilecek bölgelerin üzerinden geçip ondan da fikir aldıktan sonra çıktık yola.

Rota belli olsa da kaybolmak güzeldir...

"İnsan yolda en çok kendini bulur. Kendi ile kalır ve kendini tanır. " derim hep. Bir de gitsen 5 de gitsen bu değişmez. Unutulmaz anlardan biri dönüş yolu... Babamın "kardayız" dolu kahkahaları ve gözlerden gelen yaş. Ah ne güzeldir kocaman bir aile olup da kahkaha atmak. Döneceğim elbet hikayenin bu kısmına ama önce biraz fotoğraf ve altı yazıları.










16 Nisan 2015

"Boktan Hayat..." Yok yok değil sinirle söyledim :)

Yazmak, sancılı bir sürecin dışa vurumu. Yazmak, bir iç döküş, bir konuşamama hali. Yazmak; için çığlık çığlık olmuşken, dünyanın boktanlığına, iyi niyetten doğan maraza bir isyan bayrağı. Yazmak, kendini iyileştirmek, sakinleştirmek, kendinle konuşmanı deliliğin dışında daha makul, anlaşılır, kabul edilebilir bir hale dönüştürme uğraşı. 


Oysa daha dün; "güzel bir güne başlamak için çok sebebin olsa da ufacık bir şey tüm günün kötü geçmesi için yeterli olur. Sen çok olanı seç ve gülümse" yazmıştım. Daha günden, günün getireceği o "büyük şeyden" habersizdim. Neler oluyordu? Neydi sınavım. Ne yapmalıydım? Nasıl davranmalıydım? Sorular büyüdükçe büyüdü... çoğaldıkça çoğaldı. Uyku tutmayan gözlerde fer de kalmadı. Sabah erkenden çıktım evden. Gün başlamamışken, çocuklar okula varmamış, kuşlar henüz uyanmamışken... kafamda kilise çanları, camiden yükselen ezan sesleri ve akşamdan kalmış kırgın kalp atışları ile biraz yürüdüm. Ağzımda buruk bir tat vardı. Belki de dünde kalan "hayat bok falan da değil tamam mı" cümlesinin üzerine akşam vakti kurduğum; hayatın aslında bombok olduğuna dair betimlemelerle doldurduğum cümlelerimin tadıydı. Düşünmek istemedim. 

Uykusuz ve yorgundum üstelik bir kaç gün öncesinden beri devam eden sırt ağrılarım kendini bana daha çok hissettiriyordu. Biraz ağladım. Biraz bağırdım. Biraz isyan ettim. Çünkü yüreğim hala "aslında pek çok şey öyle güzel ki... seni cehenneme çekmeye çalışan hayata inat, gülümse diyordu" Yüreğimin sesini dinlemeyi ne çok isterdim. Şu saate kadar yapamadım. Ama fark ettim ki, yazarken ara ara gülümsedim. Ara ara "evet ya" dedim. Sanki yazı biterse, hemen şimdi mesela... yüreğimin sesini daha güçlü duyup, ona inanabileceğim.


Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Işıklar yanardı evlerde,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani ay herkese gülümserken,
Mevsimler kimseyi dinlemezken…
Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani hepimiz arkadaşken,
Hani oyunlar tükenmemişken,
Henüz kimse bize ihanet etmemiş,
Biz kimseyi aldatmamışken,
Eskidendi, çok eskiden.
Hani şarkılar bizi bu kadar incitmezken,
Hani körkütük sarhoşken gençliğimizden,
Daha biz kimseye küsmemiş,
Daha kimse ölmemişken,
Eskidendi, çok eskiden.


Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.*














* Mungan mısralarında Sezen sesi... 





16 Mart 2015

İçimin Kuşları Özlüyor Senin Gökyüzünü




Bundan iki ay kadar önceydi sanırım; ilk kez rüyama girdin. Sorular sordum yanındakilere... Hep bildik bir sorudur ya... Neden? Cevabını bunca sene merak etmemiştim de neden o gün o gece o uykuda düştün aklıma bilmem. Uyandım. Düşündüm. Şaşırdım duyduklarıma. Cesaret edemedi demişti en yakın arkadaşın. 

Geçen hafta yine girdin rüyama. Elinde bir hap, avucuma koyup uzaklaştın benden. Sabah uyandığımda avucumda bir hap varmış gibi yumru olan sağ elime takıldı gözüm. Gülümsedim. Şaşırdım. Babası hasta dedi telefondaki ses bana, sanki sormuşum gibi ona. 

Sonra bu fotoğrafı gördüm. Altına düştüğüm not öylesine dökülü vermişti: İçimin Kuşları Özlüyor Senin Gökyüzünü...

Sen miydin bunu bana yazdıran... Uykumda fısıldayamadığın kelimelerin miydi kalemime düşen. Peki ya dün gece rüyamda sarılışın ve aşkım deyişin... rüya mıydı gerçekten.  Mart, 2015


23 Ocak 2015

Sonra Ne Mi Oldu?


yazmayı özledim... 
olan biteni anlatmak için değil! 
içimde kalanı, bana kalanı haykırmak için.
kelimeleri özledim. 
söylenenleri değil, söylenemeyen, yarım kalan, öksüz kalan.
öyle çok önemli değil. 
sıradan da değil... ama merak uyandıracak cinsten bir şey olmadığı kesin. 
korkutucu ya da hayretlere düşürücü de değil.
kahkahalarla gülünecek cinsten hiç değil.

aylar geçti yazmayalı. aylar değişti, hepsi bildik sırası ile gelip geçti. 
yeni bir yıl: 2015 
o da geçip giden yıllardan biri gibi olacak: biraz dağınık, biraz gülümseyen, biraz heyecanlı, biraz üzüntülü, biraz sürprizli ve biraz sıradan... ha! unutmadan bu yıl soyadım değişti. medeni kanun işte. 

belki biraz daha fazla yol olur bu yıl ne bileyim. 
öyle olsun istiyorum.  yolu bol olsun ki, yoldan çıkmak kolay olsun.
sebepsiz mutluluklar yaratmak kolay aslında.
durup dururken aynanın karşısına geçip gülümse kendine.
ben öyle yapıyorum.
böylece hayatın bana göz kırptığını 
ve "her şey çok daha güzel olacak" dediğini duyuyorum.
belki de sanıyorum.

biraz yaklaşırsan bir şey daha diyeceğim:
galiba yazmayı gerçekten, çok ama çok özledim. 
aramızda kalsın olur mu?
bana bile söyleme.

bi de aşkla kal,
kalıyorsun değil mi?
sana yakışanın aşk olduğunu,
gözlerinin içinin güldüğünü,
biliyorsun değil mi?

bunu da ben söylemiş olayım sana.

hadi bakalım kal aşkla! 

2015, Ocak

04 Kasım 2014

Strudel Gibi Bi'şey



# 04.Kasım.2014 # 

Yazmayı özlüyor insan. Okumayı. Ama galiba yaşarken yani içindeyken, yani tam ortasındayken yaşadığı eğer yüksekteyse; kelimeler akıyor. Yok eğer ortasındaysa yaşadığının ve ortadaysa her şey... Kelimelerin peşinden koşuyorsun. Olmuyor haliyle. 

Seni, içindeki en yükseğe veya en dibe vurduran duygunu "yazarak" haykırıyorsun dünyaya. Aşk! böyle bir şey... 

***

Ve ben uzun zamandır ortasındayım hayatın. Sükunetle. 

***

Oysa kimse sevmez bir lokantanın ortasındaki masayı. Gittiğiniz yerlerde dikkat edin ortalar sonradan dolar. Biraz mecburiyetten biraz da bulduğun ile yetinmenden. Tek başınayken daha bir zorlanırsın orta yerde oturup da yemek yemeğe, sanırsın ki herkesin gözü sende. İki kişi daha kolaydır; bakışlar bile vız gelir sana. Zaten gözün karşındakine bakar. Onu dinler kulağın, sesin ona ulaşır bir tek. Fark etmez artık ortada olmak. Sen kıyısındasındır yaşamın. 

***

Bazen ne dilediğine dikkat etmeli insan. Sevilmek güzel şey. Onca yıl sevdikten ve acıdıktan sonra her bir tenin... sevilmek... sevilirken kendinden bile sakınarak sevilmek... çok özel bir şey. 

Ben geçmiş zamanın birinde bir aşkın kör batağından kurtarıldım yine bir aşkla. Kaç kez gelir ki insanın başına. İsyanımı bastırmak zor oldu, biraz kırıp, biraz da kırıldıktan sonra büyüdüm. 

Olgunlaşması insanın bazen beşinde bazen yetmişbeşinde... Gene de şanslıyım. Ben 40lı yaşlarımda içimde büyüttüğüm hırpalanmış yaşlı kadınla barıştım. Yaşlılığı yaşından değil de yaşadıklarından olunca, insan bocalıyor. Bazen bir kıyı buldum sanıyorsun, bakıyorsun ki fırtınalı havada dalga boyu seni alaşağı edecek bir uçsuz bucaklığın orta yerindesin. Bir gün bir güç seni alıp dualar eşliğinde atıyor varman gereken kıyıya. Duanı unutuyorsun çoğu zaman. Ne istediğini ve ne dilediğini.

Sonra seviyor biri seni, senden önce. İçinde kelebekler falan uçuşmuyor, ama anlatılamaz farklı bir durum var bünyende. Hissediyorsun. Sevilmemişsin ki daha önce... Alışık değilsin, birinin seni, senin onu sevmezden önce sevmesine. Yani sen onu o kadar da delice sevmediğin halde onun hayatının içinde buluyorsun ya kendini, daha çok ışığı görünce donup kalan tavşanlar gibisin. Sevilmek. Dua'n mıydı? Kabul oluyor. Sen de seviyorsun. Zaten yürek koca bir sevgi denizi olunca, zor olmuyor işin. 

***

Sonra bir kelime... sürüklenerek varılan bir an'ı. Çapayı bırakıp kıyına, bir an o an'a gidiyorsun. Uzanıyorsun penceresinden ışık sızan cam kenarındaki yatağına; sağ yanı sol yanına göre biraz daha çökmüş. 

Elinde okunası bir yazı. Tıpkı eski zaman fotoğrafları gibi. Biraz sararmış, biraz küf kokulu. Okumuyorsun... Bakıyorsun; sana vaad ettiklerine... seni içine alıp da hikayenin kahramanlarından biri olmaya özendirecek o çok özenle seçilmiş, üstelik üzerinden en az 5-6 kere geçilmiş yazıya. Bakıyorsun. Görmek ister gibi, uzun uzun... Kelebekler... Onlara kısacık bir zaman veriyorsun, özgürce uçuyorlar. Bu yüzden biraz daha erteliyorsun okumayı...  Düşünmeye başlıyorsun, fırtınalı denizlerin sende yarattığı duyguyu anlamaya, bulmaya çalışıyorsun. Özlüyor musun? Peki neyi... Neden?

***

Cevabı içinde saklı sorularla boğuşmamayı öğrendiğinden aramaktan vazgeçiyorsun. Yazıyı okuduktan sonra içinden geçen ince ama acıtmayan, "iyi ki" dedirten "Nasıl özlemişim..."i anlatabildiysen ne ala. 

***

Anlatabilmişsin. 

***

Yoluna devam ediyorsun. Çünkü öylesine seviliyorsun ki... Yüreğinin hiç acımadığı uzunca bir zamanı, onca acıyı içinde büyüttüğün zamanlara heba etmiyorsun. Dua'n gerçek oldu biliyorsun. Kendini geçmişin girdaplarından koruyup an'a çekmeyi öğreniyorsun. Sınav hiç bitmiyor, bitmeyecek biliyorsun. 

***

Şu "strudel gibi bi'şey"e gelince... mükemmel değil, olması gerektiği gibi değil. Aslına yakın ama asla aslı değil. Ama lezzetli, ama keyifli, ama gülümseten. Bol elmalı, cevizli, tarçınlı, kuru üzümlü. Hazır baklava yufkasını her bir katın arasına zeytinyağ gezdirerek ilk beş katı üst üste koy, sonra karışımı yaydır katmanın üzerine, azıcık pudra şekeri gezdir, bir tatlı kaşığı yeterli. Sonra yine baklava yufkası, sonra yine iç malzeme. Biraz daha pudra şekeri, ister üç kat yap ister dört kat. Elmalı malzemeyi bol, yufkayı ve şekeri çok az tut. Sonra ver fırına. 170 derecede 35-40 dakika pişir. Fırından çıkınca biraz ılınmasını bekle. Bol pudra şekeri, az tarçın ve ceviz ile süsle ve servis et.

***

Yetinmek sadece "az"la değildir, azın içindeki "çok"u görebilmektir de... 

***

Özetle... hayat bazen strudel gibi bi'şey bence. 
  


07 Ağustos 2014

Orman Meyvalı Reçel



Uzun zaman olmuş buralara uğramayalı... Zamanın hızına yetişen 140 tuş beni tatmin etmedi ama fotoğraf ve az kelimeli kısacık karalamalara çözüm sunan instagram fena halde beni benden aldı. Oralardayım. Bazen eski dostlar çalıyor kapımı bazen yepyeni bir ses duyuyorum daha önce hiç duymadığım. Bazen çalkantılardan uzağım diye yazmıyorum sanıyorum, bazen huzuru buldum ya kaybedersem diye endişelendiğimden. 

Yazmak özlediğim bir uğraş oldu, ama sanki klavyenin başına otursam yazacak hiç bir şeyim yok gibi geliyor. Gördüğünüz gibi de öyle boş boş havadan sudan size haberler veriyorum. Bu yaz da geçen yaz olduğu gibi cennetim dediğim dağ evinde mutluluk çoğaltıyorum. Huzur hep benimle oralarda, bulutlara yakın olduğumdan mı ne... Daha fazla gülümsüyorum artık hayata.



Geçen hafta yürüyüş sonrası topladığım bir avuç ahududu, 5-6 böğürtlen ve 3-5 çilek ile reçel kaynatıverdim dostlara... Mis gibi kokuya uyananlar soluğu alt katta aldı. Herkesin yüzünde çocukluğundan kalma sımsıcak bir tebessüm vardı. 



Kır papatyaları ise benim için toplanmış ve yerini almıştı... Balkona masa hazırlamak üzere çıktığımda, ilerideki mutlu günlerin habercisi gibi bir köşeden öylece bana bakıyorlardı. 

16 Mayıs 2014

KADER

Sana düşmediyse kor, 3 gündür yasın... Sonrasında günlük koşuşturmana devam eder küfredersin, ta ki bir sonraki yasa kadar; tabi kor senin hanene düşmediyse. Düşürmesin deriz. İnsanız, bize düşmesin isteriz. Küfürle, istekler arasında gidip gelen söylemlerin ne bu ülkeye ne de bu tür olaylara çözümü vardır hepimiz biliriz. Taş ağırdır, elini altına koymak zordur, biliriz. İsteriz ki biz söylenelim ve düzelsin dünya ama düzelmez, bunu da biliriz. Bizler analitik düşünce ile örülmüş bir toplum değiliz. Kaderciyiz, kader der geçeriz. Özünde sistemi inceleyip, sistemin tıkanıklarını bulmak çabası,eğitimi, analitik düşünceyi, insanı öncelikleyen sistemler kurmayı zorunlu kılar. Bizler bu ülkede ak ile kara arasındaki seçime her gün zorlanan ve gri de var diyenlere tekme tokat giren bir milletiz. Sonumuzu Allah hayır etsin dualarının yanına, nereden başlasak da düzelse bu sistem gibi soruları ekleyemedikçe, daha çok ölür, daha çok küfrederiz.

13 Mayıs 2014

Günler ve "ŞEY"

Günler daha sakin...
Yeni odam kuş cıvıltıları ile dolup taşıyor. 
Bu sabah çim biçme makinelerinin dayanılmaz seslerinin ortaya çıkarttığı 
taze çimen kokusu ile sarhoşum. 

Yazmayı hep çok sevdim.
Benim için; içinden çıkılmaz sorunların,
en mutlu anların,
dibe vurduğum zamanların kaçış yeri;
dertleştiğim, sırdaşım bir alan blog.

Kimi zaman bir hikaye içine sıkıştırılmış gerçek tek bir cümle 
ya da bir gerçekliğin içine yedirilmiş hayallerim oldu yazdıklarım. 
  
Kendimle barışmam uzun zamanımı aldı.
Kendimi sevmem mesela... Çok daha uzun yıllar...
Şimdi düşünüyorum da, bana benden daha çok inanan sevdiklerim olmuş benim.
Kıymetlerini yeterince gösterebildim mi acaba.

Bugünlerde sıklıkla kendimi geçmişi sorgularken ve daha da önemlisi özür dilerken buluyorum.
Sahiplerine ulaşıyor mudur acaba, hem teşekkürlerim hem de özürlerim.

Bir gün üniversitenin koridorlarından birinde duvara yaslanmış ve bir anlaşma sunmuştum hayata;
48 yaş uzaktı o zaman.

Duymuş muydu acaba?
Kabul etmiş miydi?
Eğer öyleyse hayallerim için çok çok az zamanım kaldı demektir.

Bu aralar fotoğraf çekiyorum,
koşullar fotoğraf çekmek ve paylaşmak için daha uygun,
ama itiraf etmeliyim ki yazmayı çok özlüyorum.

Instagram üzerinden "an'ı paylaşmayı seviyorum. 
Fotoğrafla olan ilişkimi yakınlaştırıyor,
hayaller kurmama,
o hayaller ile hikayeler arasında gidip gelen düşsel bir dünya kurmama yardımcı oluyor. 

Fotoğraf altlarına mutlaka iki satır da olsa yazıyorum,
"evrence" "şey"ler işte.


Bu sabah şöyle yazdım mesela yukarıdaki fotoğrafın altına:
Sabahın erkeninde uyanınca, mırıldandığı şarkıyla yıkadı yüzünü, huzuru gözünün pırıltısında buldu, aşkı gülüşünde. Güneşin pencerenin tül tutmayan yanından süzülüp, duvarları yalayarak arka odaya kadar gelişini büyük bi minnetle karşıladı. Tanrının onunla konuşmak için her seferinde farklı bi dil kullandığını biliyordu, bu sefer "sakin ol, sabırlı ol" demek istiyor olmalıydı, yoksa olan bitene bir anlam vermesi mümkün değildi. Balkona çıkıp kollarını açtı, derin bi nefes aldı, tüm evreni içine çeker gibi. Şükretti ve yüreğince gülümsedi. Gün de güneş de bu sabah daha bi güzeldi.

Geçtiğimiz hafta sonu ufak dokunuşlar ile mutfağı derleyip topladım.
Oldum olası mutfakta vakit geçirmeyi seven biri olarak, 
son projem salonu mutfağa, mutfağı salona dönüştürmek. 
Yapabilirim, potansiyelim var.
Şimdilik duruyorsam sebep tamamen duygusal.

Sıklıkla yenilenen mutfakta soluklanıyorum.
Geçenlerde çocukluk tatları, 
eski anılar ve 
"şey" üzerine düşünürken, 
mozaik geldi aklıma. 
Malzeme eksikti ama ne gam...
Onun yerine onu, bunun yerine bunu ekleyiverdim oldu sana Cenk'in deyimi ile "bulamaç".
Bir Cafe Fernando değildim elbet ama 
lezzet kesinlikle tatminkardı, hele de double espresso ile;
ne de olsa yine "evrence" bir "şey" katmıştım işin içine.


İnsan yaşadığı her anı bir kutlamaya dönüştürmeyi bilmeli bence. 
Başkaları tarafından dayatılmış "özel" günlerden daha keyiflidir kendi kendine belirlediğin özel anlar.
Mesela bir kahvaltı masası şölen yerine dönebilir ekmek almaya giderken koparacağın bir kaç dal çiçekle.
Sakin böyle zamanlarda aç gözlü olma, inan bir koca demetten daha mutlu eder seni bir papatya. 
Hem başkalarına ve hatta yarınlara da kalır güzellikler dalında, toprağında.




Bir şeyi "aşk"la yapmak yetiyor aslında mutlu olmaya.
Gözlerin ışıldıyor, yüreğin hep pır pır, midendeki kelebekler sonsuz sayıda.

Gülmek için sebepler aramıyorsun özellikle de efektlerle süslenmiş senaryolar gibi mesela.

Kendinle eğlenmeyi bilmek önemli biliyor musun?
Bir kere dene.
Gül kendine.
Düştüğünde mesela.
Evinin anahtarını unuttuğuna küfrederken bile gülümse kendine. 
Kaç defa unutmadan çıktın o anahtarları orada burada bir hatırla.
Çözüme odaklanırsan öfken gülümsemeye bırakır kendini, 
soruna odaklanırsan patlarsın kendi içine.
Ne gerek var kendini tüketmeye.

Kontrol sende değil unutma!
Seçimlerse senin,
gülmeyi seç bu defa.


Aşkla...


Mayıs, 2014